AVRUPA, İSLAM VE RADİKAL SEKÜLERLİK
George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un
kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve
yöneticisi)
Geopolitical Futures, 14.4.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Bu hafta Avrupa’yı giderek aynı anda hem Müslüman mülteci akınına
uğrayan hem de Müslümanlar tarafından düzenlenen terör saldırılarına maruz
kalan bir yeri ziyaret edeceğim. Bir bakıma bu oldukça eski bir hikâye.
Müslümanlar 8. yüzyılda Avrupa’yı istila ettiler ve İspanya’yı ele geçirerek
Fransa’ya kadar girdiler. Ayrıca Avrupa’yı güneydoğudan da istila edip 17.
yüzyılda ta Viyana’ya kadar ilerlediler. Avrupa da Müslüman topraklarını 12. ve
13. yüzyılda Haçlı Seferleriyle istila etti. Yine Avrupalılar 19. ve 20.
yüzyılda genişçe toprakları nüfuzları altına aldılar. Bunlara daha küçük çaplı
saldırılar ve nüfus hareketlilikleri de eşlik etti.
İşte bu anlamda söz konusu çatışma, sonu gelmez sürtüşmeler ve bazen de
büyük hareketliliklerle bin yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Bu, her iki
tarafın da temellerini Yahudilerin Eski Ahit’inde bulduğu, ama yeni ve bazı
açılardan birbiriyle çelişen vahiylerle genişleyen iki din arasındaki bir
çatışma olageldi. Her ikisinin de çok sayıda müntesibi ve büyük toprakları var.
Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki mücadelede her ikisi de bazen kaybetti
bazen kazandı, ama hiçbirisi diğerini nihai olarak alt edemedi.
Hâlihazırdaki durum, [bin yılı aşkın bir süredir] devam edegelen
savaşta daha ziyade tali bir aşama. Ama bu yeni dönem temelde oldukça farklı.
Önceki çatışmaların tamamı Hristiyanlarla Müslümanlar arasında cereyan etmişti.
Bu ise öyle değil. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa kendisini yeniden
tanımladı. Bir zamanlar Hristiyan’dı, ama şimdi resmen seküler. Dolayısıyla bu
yeni çatışma Müslüman dindarlığıyla Avrupa sekülerliği arasında bir çatışma. Ve
bu da çatışmanın dinamiklerini farklılaştırıyor.
Avrupa Fransız Aydınlanması’nın değerlerine sarıldı; buna göre din,
tamamen özel alana ait olup kamu hayatının bir parçası olmamalı ve diğerlerinin
kamu hayatında yaptıklarından dolayı da suçlu gösterilmemeli. İslam, göçmenler
ve terörizmin aynı şeyler olduğu fikrine eleştiri de aslında Avrupa
Aydınlanması’nın karmaşıklığına dayanan kamusal-özel ayrımı ve toplu-bireysel
sorumluluk anlayışının karmaşasından kaynaklanıyor. Avrupa iyice sekülerleşti,
ABD’den bile çok daha fazla. Bu kimseyi şaşırtmamalı; zira Aydınlanma’nın
merkezi zaten Avrupa’ydı. Yani Avrupa vakti zamanında Hristiyan bir kıtaydı, ta
ki Hristiyanlığın –birçok inanç sisteminden biri olarak görülerek– özel alana
hasredilmesine ve kamusal alanın tarafsızlaşmasına kadar.
Hiç şüphesiz böyle bir tarafsızlık imkân dışıdır. Kamusal alan ortak
birtakım ahlaki prensipler olmaksızın imkânsızdır. Avrupa kamu hayatı da çoğu
Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi kavramlarından mülhem
böyle prensiplerle doludur: vatandaşların kendi tercihlerine göre yaşama hakkı,
kanun karşısında eşit muamele görmeleri ve kardeşlik çerçevesinde de hiç
kimsenin dışlanmaması. Bunlar tabii ki karmaşık değerler ve kapsadıklarından
ziyade dışladıklarıyla çok daha ilginçler. Genelde Tanrı’ya, özelde ise İsa’ya
herhangi bir atfı dışlıyorlar. Diğer bir deyişle, kamusal alan
tarafsızlaştırılmak suretiyle aslında tüm dinler eşit sayılıyor ve kamusal
alanın değerlerine saygı duyulması sağlanıyor.
Dinler aynı zamanda siyasi hareketlerdir; zira vicdan ve sorumluluk gibi
özel şeyleri yeniden şekillendirirken aynı zamanda dindarların kamu hayatında
nasıl davranacağını da yeniden belirlemek zorundadır. Hristiyanlığın –veya
diğer herhangi bir dinin– özel inançları nihayetinde kamusal hareketliliği de
gerektirir ve sözkonusu inancın liderlerini de siyasi taleplerde bulunacak
şekilde güçlendirir. Bu yüzden bugün [mesela] Hristiyanlığın özel
inancından kaynaklanan kürtajı engelleme talebi salt bir özel değer olarak
görülemez. Buna inanmak siyasi adım atmayı da gerektirir.
Bu hareket sadece kamusal tarafsızlığın ahlaki yükümlülükleriyle değil,
aynı zamanda Aydınlanma’dan mülhem bütüncül bir değerler sistemiyle de karşı
karşıya kalır. Bir bakıma Aydınlanma değerleri dinî değerlerden çok daha
aşırıdır. Zira sadece dini siyasi gündeme itiraz etmekle kalmaz, aynı zamanda
dindarların kendi siyasi iradelerini ifade etmemelerini de ister. Bu yüzden bir
yandan tüm dinler birbiriyle eşittir, ama öte yandan tamamı apolitik olmalıdır,
Avrupa kamu hayatının bütüncül bir parçası olmuş Hristiyanlık da dâhil.
Avrupa’nın dine karşı duruşunun karmaşıklığı, son dönemde karşı karşıya
kaldığı kitlesel Müslüman göçünün karmaşıklığının bir parçası. Müslüman dünya
20. yüzyıl boyunca sekülerlikle flört etti, ama sonunda din, diniliğini korudu
ve İslami duruşunu yoğunlaştırdı. İslam, tıpkı geleneksel Hristiyanlık gibi,
siyasi bir hareket olup Aydınlanma’nın kamusal-özel hayat ayrımına yabancıdır
ve bireysel-toplu(cemaat) dindarlık ayrımı da karmaşıktır. Şiddetin ve
askeri boyutun düzeyi de geçmiştekinden farklı değildir. Ama kendi deyimimle
radikal sekülerlik ile İslam’ın bu [son] karşılaşma[sı] birçok
açıdan çok daha karmaşıktır.
Sekülerliğin bakış açısından, kamusal hayat-özel hayat ve özel
inançlar-toplumsal katılım ayrımlarını kabullendikleri sürece Avrupa ile
Müslümanlar arasında uyuşmayan hiçbir şey yoktur. Müslümanlara göre ise böyle
ayrımlar [kendilerine] yabancıdır ve savunulamazdır. Sekülerler için
özel alan sadece din alanı değil, aynı zamanda haz alanıdır. Hedonizm
sekülerliğin bir parçasıdır. Müslümanlar için özel hayat, hedonizmden uzak
bireysel bir disiplin alanıdır ve bu disiplin kamusal alanda da olmalıdır.
Hristiyanlıkla İslam arasında bir simetri vardı. Her ikisi de kamusal ve
özel hayatları aynı varoluşun farklı boyutları olarak görüyordu. Her ikisi de
hedonizmi, benimsenebilecek bir seçenek değil, çözülmesi gereken bir problem
addediyordu. Ve her ikisi de evanjelikti [kurtuluş müjdesi veriyordu].
Tabii ki modern sekülerlik de seküler insan hakları kavramlarının dünyanın her
yerinde saygı duyulması gerektiği inancında. Ve işte tam da burası
Hristiyanlığın, İslam’ın ve sekülerliğin kaynaştığı nokta. Her biri
diğerlerinin maneviyatı için bir mücadele içinde.
Dindarlarla dinsizler, erkeklerle kadınlar, homoseksüellerle
heteroseksüeller vs. arasında eşitlik kavramı siyasi sekülerliğin tam kalbinde.
Sekülerlik bu prensipleri reddeden kamusal söylemi yasaklar veya yasaklama
arayışına girer. En önemlisi ise sekülerler, –özgürlüğün ve eşitliğin ihlali
olarak tanımladıkları– haksızlık ve adaletsizliği sonlandırmak için kuvvet
kullanımını –potansiyel olarak– kabul edilebilir görürler. İşte bu manada
sekülerlik evanjeliktir. Ama aynı zamanda çok derin bir ayrım da sözkonusudur.
Geleneksel Hristiyanlık ve İslam evanjelik akideleri bakımından birbiriyle
çatışmaz. Sekülerlik ise insanların farklı
olma hakkını, bunu doğru bulmayanları marjinalize etme ihtiyacı karşısında,
mütemadiyen dengelemeye çalıştığından [diğer dinler gibi]
dolambaçsız/açık sözlü olamaz.
Sekülerlik bir bakıma yeni bir din olup siyasi gücü incelikle taşımayı
henüz öğrenemedi. Bu da sekülerliği –Hristiyanlıkta olmadığı bir şekilde–
İslam’a karşı entelektüel bir savunmaya itiyor. Hristiyanlık sekülerliğin
anlayamadığı İslam’ı anladı. Hristiyanlarla Müslümanlar yüzyıllarca düşmandı.
Sekülerlik hem İslam’a saygılı hem de onun değerlerine saldırıyor. Karmaşık bir
düşmanla mücadelede oldukça tutarlı inançlara sahip olmak en iyisidir.
Avrupa’ya gittiğimde çoğunlukla sekülerlerle konuşuyorum ve onların ekseriyeti Avrupa Sağının giderek artan sekülerlik karşıtı hassasiyetlerinden, yabancı düşmanlığından ve baskıcılığından rahatsızlar/nefret duyuyorlar. Bu durum karşısında sekülerler, İslam üzerine ciddi bir şekilde eğilmenin bir yolunu bulmalı. Bunu yaptıktan sonra sekülerler, bu özellikleri mahcubiyet duymadan Sağ kanatla paylaşan İslam’a ulaşan bir kanal açmalı. Ancak onlar yabancı düşmanı ve baskıcı gibi görünmek istemiyorlar. Avrupa’nın merkezindeki bu siyasi problemin basit bir çözümü yok. Avrupa seküler bir kıta. Sekülerliğin birçok erdemi var. Bir düşmanı tanımlamakta etkili olmak bunlardan biri değil. Sekülerlik kendi tezatlarını henüz aşabilmiş değil. Ben de bu tezatlar konusunda sekülerleri ikna edebileceğimi hiç sanmıyorum.
Avrupa’ya gittiğimde çoğunlukla sekülerlerle konuşuyorum ve onların ekseriyeti Avrupa Sağının giderek artan sekülerlik karşıtı hassasiyetlerinden, yabancı düşmanlığından ve baskıcılığından rahatsızlar/nefret duyuyorlar. Bu durum karşısında sekülerler, İslam üzerine ciddi bir şekilde eğilmenin bir yolunu bulmalı. Bunu yaptıktan sonra sekülerler, bu özellikleri mahcubiyet duymadan Sağ kanatla paylaşan İslam’a ulaşan bir kanal açmalı. Ancak onlar yabancı düşmanı ve baskıcı gibi görünmek istemiyorlar. Avrupa’nın merkezindeki bu siyasi problemin basit bir çözümü yok. Avrupa seküler bir kıta. Sekülerliğin birçok erdemi var. Bir düşmanı tanımlamakta etkili olmak bunlardan biri değil. Sekülerlik kendi tezatlarını henüz aşabilmiş değil. Ben de bu tezatlar konusunda sekülerleri ikna edebileceğimi hiç sanmıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder