NÜKLEER BİR İRAN’LA YAŞAMAK
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış
politika yazar, Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli üyesi)
The Atlantic,
Eylül 2010
Tercüme: Zahide Tuba Kor
(…)
Kissenger Nuclear
Weapons and Foreign Policy kitabında diyor ki nükleer silah elde ederek bir
devlet, herhangi bir yeri istila etmeksizin veya savaş ilan etmeksizin bölgesel
veya kürese güç dengelerini değiştirebilir hale gelir. Düşünün ki İran nükleer
kapasitesini geliştirdi – ki uygulanan yaptırımlara ve İsrail’in önalıcı askeri
saldırı tehdidine rağmen bunu gerçekleştirebilir gibi görünüyor. Nükleere sahip
bir İran, devrimci bir güç olan eski SSCB gibi bir tehdit olabilir mi? Daha
geniş ölçekte ABD, statükoyu değiştirmek için nükleer silah elde etme
arayışındaki İran, Kuzey Kore ve diğer muhtemel devrimci güçlerin teşkil ettiği
tehditle nasıl mücadele etmeli/başa çıkmalı?
Kissenger’ın
statükocu güçlerin devrimci güçlere nasıl muamele etmesi gerektiğine dair
1957’deki analizi, maalesef ki günümüz İran’ı için de geçerli gibi görünüyor: “[statükocu
güçlerin] içgüdüleri, devrimci gücü, -aşina oldukları ve kendilerine
‘doğal’ gelen- meşru çerçeveye dahil etme arayışına sürükler.” [Statükocu
güçler] Müzakereleri, ortaya çıkan farklılıkları idare etmek için tercih
ederler. Ancak problem şu ki devrimci bir güç için müzakere, -statükocu
güçlerin bizden inanmamızı istedikleri gibi- “başlı başına gerilimi düşürmenin
bir işareti” değil, sadece zaman kazanmaya dönük bir taktiktir. Normal
devletler için bir anlaşma, hukuki ve ahlaki ağırlığı olan bir şeyken; devrimci
güçler için anlaşma, müzakereleri devam eden mücadelede bir taviz aşamasından
ibarettir. (…)
Kissenger bana
dedi ki, “İran, nükleer silah peşinde koşmak suretiyle gerçek gücüyle orantılı
olmayan bir bölgesel role kavuştu ve BM Güvenlik Konseyine başarılı bir şekilde
meydan okuyarak bunun psikolojik sonuçlarından daha fazla kazanım sağlıyor.”
Bununla birlikte Kissenger İran’ı -her ne kadar “Ortadoğu düzenine ideolojik ve
askeri olarak meydan okusa da- 1950’lerin SSCB’siyle “aynı büyüklükte” bir
tehdit olarak görmüyor. ”
“Nükleer bir
İran çevrelenebilir/kontrol altına alınabilir mi?” diye sorduğumda Kissenger,
“öncelikle nükleer bir İran’ın ortaya çıkmasını engellemek için çok sert
tedbirler almak gerekir” dedi ve ekledi: “ABD’nin düşüneceği farklı caydırıcı
denklemler var: İran’a karşı İsrail, İran’a karşı Sünni Araplar, İran’a karşı
kendi [içerideki] muhalifleri ve İslam’a karşı Batı. İran’ın nükleere
doğru gitmesi halinde bu dinamikler birbiriyle etkileşime geçecekler ve bu da
Ortadoğu’daki mevcut krizlerin sıklığının çok daha fazla artmasına yol açacak.”
Şimdiye kadar
İran “bir [ulvi] davadan bir devlete/millete dönüşmek için [eline
geçen] gerçek fırsatı” değerlendirmeyi reddetse de Kissenger
bana dedi ki, İran’ın gerçek stratejik çıkarı “bizim çıkarımızla paralel
gitmeli”. Mesela İran, Rusya’nın Kafkaslar ve Orta Asya’daki nüfuzunu
sınırlandırmak istemeli, keza Taliban’ın komşusu Afganistan’daki nüfuzunu da;
yine Irak’ta istikrarı kabul etmeli ve Sünni Arap dünyasında barışçıl bir denge
gücü olarak hizmet etmek istemeli.
Ben de aynı
görüşteyim. Zira 11 Eylül saldırılarının failleri Suudi Arabistan’dan BAE’ye,
Lübnan’dan Mısır’a Sünni Araplardı; Sünnilerin Amerikan ve İsrail çıkarlarına
yönelik düşmanlığı belirgin bir problem olarak kaldığı müddetçe ABD
-teorik olarak- Ortadoğu’da güçlenen Şii rolünü memnuniyetle karşılamalı, tabii
eğer İran kısmi bir siyasi dönüşüme girerse. Demografik, kültürel ve diğer
göstergelerin tümü İran’da orta ve uzun vadede olumlu bir ideolojik ve felsefi
değişime işaret ediyor. Bu öngörüyle birlikte, İran’ın nükleer programını saf
dışı bırakmaya dönük herhangi bir askeri çabanın yüksek maliyeti ve başarı
ihtimalinin düşüklüğü göz önüne alındığında, nükleer bir İran’ın
çevrelenmesi/kontrol altında tutulması ABD açısından en makul politika
diyebiliriz.
Bu çevreleme
politikasının başarısı bir dizi bölgesel faktöre bağlı. Ama bunun olmazsa olmaz
şartı, ABD’nin nükleer silahı olan bir İran’a karşı her türlü politikasında
inandırıcı bir askeri harekât tehdidinin altını ısrarla çizebilmesidir. Kissenger’ın da
bana dediği gibi, “Ben ABD’nin İran hakkında aldığı her ne tedbir varsa bunları
sürdürmesini istiyorum.” (…)
Kissenger şahsi
tecrübelerinden gayet iyi biliyor ki iç siyaset ABD’nin bu tarz riskleri alma
istekliliğini azaltır. Sınırlı savaşlar (siyasi nedenlerle her çeşit silahın
kullanıma hazır hale getirilmediği savaşlardır) hep Amerikalılara zor
gelmiştir. Kissenger bana dedi ki “Kitabımı ABD’nin hedeflerini kısmen
gerçekleştirdiği, sınırlı bir savaş olan Kore Savaşı’nın ardından kaleme aldım.
Kitabın yayınlanmasından bu yana Vietnam’da sınırlı bir savaş yaşadık ve
Amerikan toplumunun bir kesimi ABD’nin ruhunu arındırmak için bu savaşın
kaybedilmesini istedi. Daha küçük ölçüde de olsa aynısı Irak örneğinde de
yaşandı. Bu yeni bir tecrübe. Bir savaş sadece çıkış stratejisi için verilmez.”
Yani Kissenger’ın vardığı sonuç şu: “ABD kazanabileceğinden emin olmadığı bir
savaşa artık giremez.”
(…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder