NİYE JOHN J.
MEARSHEIMER (BAZI KONULARDA) HAKLI?
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazar, Yeni
Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli üyesi)
The Atlantic,
Ocak/Şubat 2012
Tercüme: Zahide Tuba Kor
[Z.T.K.
Kaplan, John Mearsheimer’ın iki kitabı üzerinden çok uzun bir makale kaleme
almış. “İsrail Lobisi” (2007) kitabına mesafeli olsa da şaheseri dediği “Büyük
Güç Politikalarının Trajedisi” (2001), Chicago Üniversitesinde verdiği “Realizmin
Temelleri” dersindeki görüşleri ve geliştirdiği teorik çerçevesi (ofansif
realizm) üzerinden Mearsheimer’ın ne kadar önemli bir akademisyen olduğunu
anlatmış. Günümüzün büyük güçleri ABD-Çin arasındaki rekabete odaklanmış.
Yazının önemli kısımları şu şekilde:]
(…) “Ofansif
realizm” doktrini, ABD’yi düşüşten kurtarabilir ve yükselen Çin’in daha evvel
görülmemiş meydan okumasını da hazırlayabilir.
(…)
Büyük Güç
Politikalarının Trajedisi kitabı, “ebedi barış” fikrinin reddiyle başlar ve
saldırıya hazır büyük güçlerle “ebedi mücadele” fikrini savunur. Zira büyük
güçler uzun vadede hayatta kalmak için askeri kapasitelerinin ne kadar olması
gerektiği konusunda hiçbir zaman tam emin olamazlar. (…)Mearsheimer’a göre bir
devletin yönetim şekli pek de önemli değildir: “Çin’in demokratik ve küresel
ekonominin ağına düşen bir devlet mi, yoksa otokratik ve otarşik mi olduğu
davranışlarını pek de fazla etkilemez. Çünkü demokrasiler de demokratik olmayan
rejimler kadar güvenliğe önem verirler.” Gerçekten de demokratik bir Çin,
teknolojik olarak çok daha yaratıcı ve ekonomik olarak daha sağlam olabilir -
ki bu da sonuçta onun [askeri] yeteneklerini artırmasına ve ordusuna
daha çok para harcamasına yol açacaktır. (Bu perspektiften, demokratik bir
Mısır, ABD için güvenlik açısında –otokratik Mısır’a kıyasla- çok daha fazla
meydan okuyabilir. Mearsheimer ahlaki muhakeme yapmıyor, sadece devletlerin
anarşik bir dünyada nasıl birbirleriyle etkileşim içinde olduğunu
açıklıyor.)
(…) Hangi ahlaki
mesele söz konusu olursa olsun, salt ahlakla açıklanamaz, güç konusu da işin
içindedir. Mesela 1990’larda Balkanlarda insanların hayatını kurtarmak için
müdahale edebildik, çünkü Sırbistan rejimi zayıftı ve nükleer silahları yoktu.
Buna mukabil aynı dönemde Çeçenistan’da haddi hesabı olmayan insan hakları
ihlalleri işleyen Rus rejimine karşı biz hiçbir şey yapmadık - tıpkı
Kafkaslardaki etnik temizliği durdurmak için hiçbir şey yapmadığımız gibi.
Devletler insan haklarına -ancak ve ancak güç arayışlarıyla çelişmediği
sürece- odaklanırlar.
(…)
Ofansif realizme
göre statükocu güçler yoktur: Tüm büyük güçler, -topraklarını veya nüfuzlarını
genişletmekten alıkoyan birtakım engeller ortaya çıksa bile- sonuna kadar
saldırgandır.
Mearsheimer
okuyucularına “Manifest Destiny” [Z.T.K. 19. yüzyılda ABD’de
kıtanın doğusundan batısına kadar genişlemenin mukadder olduğunu ifade eden
ideoloji] ofansif realizmden başka nedir diye soruyor. “Gerçekte ABD
bölgesel hegemonya peşinde koşmaktaydı ve evvelemirde Amerika kıtalarında [Kuzey
ve Güney Amerika kıtalarını kastediyor] yayılmacı bir güçtü”: Avrupalı
güçlerden bu toprakları ele geçirmek, yerlileri katletmek ve Meksika’yla bir
savaşı kışkırtmak… işte bütün bunları [ABD kendi] güvenliğini sağlama
adına yaptı. Yine Mearsheimer, Japonya’nın 19. yüzyılda Meiji Restorasyonunu
müteakip bir ulus-devlet olarak [iç] konsolidasyonunu sağladıktan sonra
Kore, Çin, Rusya, Mançurya ve Pasifik Adalarına saldırı sicilini ayrıntılı bir
şekilde ele alıyor. (…)
(…)
(…)
Mearsheimer’a göre devletler, doğru bir şekilde değer temelli dış politikayı
arzu etseler de uluslararası sistemin anarşik tabiatı onları kendi çıkarlarına
göre davranmaya zorlar. Ofansif realizme kıyasla gerek liberal
uluslararasıcılık gerekse yeni muhafazakarlık, Amerikalıların kanını akıtmaya
daha fazla meyyaldir. Zira klasik anlamda realizm, bir güçler dengesi tesis
etmek suretiyle savaşı engelleme arayışındadır ve bu bakımdan mümkün olan en
insani yaklaşımdır. (…)
(…)
Mearsheimer iki
kavramı öne çıkarıyor: “sorumluluğu
başkasına yüklemek” ve “denizin/suyun hükmünü/gücünü durdurmak”. (…)
Ne zaman ki yeni bir büyük güç ortaya çıksa bir veya daha fazla devlet onu
kontrolü altına alacaktır. Ama başlangıçta her devlet bu kontrol altına alma
işini başkasına havale etmeye çalışacaktır. “Sorumluluğu
başkasına yükleme” esasen
“dengelemeyi kim yapar” sorusuyla ilgilidir, “dengeleme yapılır mı yapılmaz mı”
ile alakalı değildir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere, Fransa ve SSCB
sorumluluğu birbirine yükledi; her biri, Hitler’in şiddetli saldırısı
karşısında diğerinin en ağır yükü çekmesi/karşı koyması için çalışıyordu. Bugün
de ABD, sessiz sedasız, Asya’da Çin’i kontrol altına almak üzere Japonya ve
Hindistan’ı askeri kapasitelerini geliştirmeye teşvik ediyor ama sonuçta sorumluluk yükleyebileceği
herhangi bir devlet de yok. Mearsheimer bu yüzden tam on yıldır
Çin’e odaklanmamız lazım diyor.
“Denizin/suyun
hükmünü/gücünü durdurmak” kavramına gelince, Mearsheimer “geniş su kaynakları
önemli güç projeksiyonu problemlerine yol açan aşılması zor engellerdir”
diyor. Çok büyük donanmalar ve hava kuvvetleri inşa edilebilir ve askerler
köprü başlarına ve hava meydanlarına nakledilebilir; ama büyük kara güçlerini
denizden fethetmek zordur. Bu yüzden ABD ve İngiltere diğer büyük güçlerin
istilalarına nadiren uğramışlardır. Yine bu yüzdendir ki ABD Avrupa veya
Asya’daki herhangi bir toprak parçasını kalıcı olarak fethetmeye neredeyse hiç
yanaşmamış ve İngiltere de Kıta Avrupa’sını tahakkümü altına almaya hiçbir
zaman çalışmamıştır. Bu nedenle “Amerikan dış politikasının temel amacı”,
sadece “Batı Yarımkürede bir hegemon olmak” ve Doğu Yarımkürede benzer bir
hegemonun ortaya çıkışını engellemektir. Yani ABD’nin asıl rolü,
“denizaşırı dengeleyicilik” rolüdür: Avrasyalı bir hegemonun yükselişini dengeleme
ve ona engel olmak için son çare olarak savaşa girme.
Mearsheimer’ın tavsiyesi şudur: öncelikle sorumluluğu
başkasına yüklemeye çalışmak iyidir ve ancak kesinkes bir zorunluluk
haline geldiğinde son anda bir savaşa girilebilir.
Mearsheimer bana
dedi ki ABD, İkinci Dünya Savaşı’na çok geç girmekte haklıydı; bu sayede
SSCB’den daha az “kan bedeli” ödedi. “Müttefiklerin
Normandiya’ya asker çıkardığı günden evvel, Almanlar doğu cephesinde can
kayıplarının %93’ünü vermişlerdi bile” ve “[bu vakte kadar] SSCB’nin
yaşadığı yıkım, Soğuk Savaş sırasında ABD’nin işini kolaylaştıracaktı/yardımcı
olacaktı.”
Mearsheimer’a
“Denizaşırı dengelemenin yeni izolasyonculuktan farkı nedir?” diye sorduğumda
şu cevabı verdi: “İzolasyoncular, Batı Yarımküre dışında birliklerimizi
konuşlandırmaya değecek herhangi bir yer olmadığına inanır. Ama denizaşırı
dengeleyiciler, herhangi bir başka hegemonun egemen olmasına kesinlikle izin
verilmemesi gereken 3 kritik alan olduğu kanaatindedirler: Avrupa, Körfez
bölgesi ve kuzeydoğu Asya. İşte bu nedenle İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi
Almanya’sı ve Japonlarla savaşmak önemliydi. Amerikan tarihi gösteriyor ki biz
izolasyoncu veya dünyanın şerifi değil, denizaşırı dengeleyicileriz.” Mearsheimer’a
Obama yönetiminin Libya’ya yönelik kısmen ilgisiz/çekingen politikalarını ve
bunun sorumluluğu
başkasına yüklemenin iyi bir örneği olup olmadığını sorduğumda şu
cevabı verdi: “Bu örnekte [perde] arka[sın]dan yönetme politikasının temel
problemi, ABD’nin Avrupa’daki müttefiklerinin bu işi etkili bir şekilde
yapabilecek askeri kapasiteden mahrum olmaları… Eğer, tıpkı Ruanda’da olduğu
gibi, burada da gerçekten bir kitlesel kıyım yaşanmak üzere olsaydı, o takdirde
Libya’ya müdahaleye istekli olabilirdim. Ama durum Libya’da daha
karışık/bulanık.”
(…) Çin’le bir
mücadele bizi bekliyor. “Çinliler iyi birer ofansif realisttir, bu nedenle
Asya’da hegemonya arayışına gireceklerdir.” Çin statükocu bir güç değildir.
Tıpkı ABD’nin Geniş Karayip Havzasında egemen olduğu gibi, Çin de
Güney Çin Denizi’nde benzer bir arayışa girecektir. “Giderek güçlenen bir
Çin’in ABD’yi Asya’dan çıkartmaya çalışma ihtimali yüksektir, tıpkı ABD’nin
Batı Yarımkürede Avrupalı güçlere yaptığı gibi.”
(…)
Bu satırların [“Büyük
Güç Politikalarının Trajedisi” kitabını kastediyor] yazılmasının üzerinden
10 yıl geçti ve Çin ekonomisi Japonya’yı geçerek dünyanın ikinci büyük
ekonomisine dönüştü. Savunma harcamaları 2001’de 17 milyar dolarken 2009’da 150
milyar dolara yükseldi. Daha dikkat çekici olan ise Çin’in askeri modernizasyon
hamleleri. (…) Ve on yılı aşkın bir süredir Çin ordusu, bir Sovyet işgalini
püskürtmekten veya içerideki bir kargaşayı kontrol altına almaktan ziyade,
artık Doğu Asya’da Amerikan birliklerini nasıl mağlup edilebileceğine
odaklanmış durumda. Bu, hiçbir Amerikan yönetiminin uygun bir şekilde cevap
üretemeyeceği stratejik bir sürprizdi.
(…) Center for
Strategic and Budgetary Assessments’ın başkanı Andrew F. Krepinevich, Batı
Pasifik uluslarının yavaş yavaş Çin tarafında “Finlandiyalaştıklarına”
inanıyor: Görünüşte bağımsızlıklarını sürdürseler de sonunda Pekin’in koyduğu
dış politika kurallarına göre hareket eder hale gelme ihtimalleri var. Ve ABD,
Ortadoğu dikkatini dağıtmaya devam ettikçe, –dünya donanmaları ve hava
kuvvetleri ile küresel ekonominin coğrafi kalbi olan- Doğu Asya’da yaklaşmakta
olan bu hakikat karşısında daha fazla telaşlanacaktır.
(…)
Mearsheimer’ın
uluslararası ilişkiler teorisi, onun Irak’a yönelik her iki saldırıyı da doğru
bir şekilde değerlendirmesini sağladı. İyi bir denizaşırı dengeleyici olarak
Mearsheimer Birinci Körfez Savaşı’nı destekledi. Zira Irak’ın Kuveyt’i işgal
ederek Körfez’in muhtemel bir hegemonuna dönüşme çabası Amerikan askeri
mukabelesini meşrulaştırıyordu. Üstelik (…) ABD Irak ordusunu kolayca
yenebilirdi de. (…) 2003’teki işgal ise denizaşırı dengelemeyle
meşrulaştırılabilir değildi. Zira Irak zaten kontrol altında tutulmaktaydı ve
Körfez’in hegemonu olabilecek durumda değildi. Mearsheimer yeni savaşın hiç de
iyi bir fikir olmadığı görüşündeydi. (…) [İşgalden evvel] New York Times’ta
33 akademisyenle yazdıkları makalede şuna işaret ediyordu: “Kolayca kazansak
bile makul/inandırıcı bir çıkış stratejimiz yok. Irak o derece bölünmüş bir
toplum ki ABD kendi ayakları üzerinde durabilir bir devlet inşa etmek için
Irak’ı çok uzun yıllar işgal altında tutmak ve ülkenin güvenliğini sağlamak
zorunda kalacaktır.”
Mearsheimer
sadece Irak Savaşı’na değil, denizaşırı dengelemenin “tam zıt kutbu” olan neoconların
bölgesel dönüşüm vizyonuna da karşı çıktı. Arap dünyasının
demokratikleşmesine karşı değildi; ama ona göre bu, Amerikan birliklerinin Irak
ve Afganistan’a konuşlandırılmasıyla yapılmaya kalkışılmamalıydı, [demokratikleşme]
bu yöntemle başarılamazdı. Mearsheimer şimdi de İran’a yönelik bir
saldırının bir kez daha dikkatleri -Doğu Asya’da Çin meydan okumasıyla baş
etmekten- dağıtacağını düşünüyor. İran’a açılacak bir savaş Tahran’ı daha fazla
Çin’in kollarına itecektir.
(…)
(…) ABD ile
İsrail arasındaki sözde özel ilişkiler, Washington’ı Ortadoğu’nun problemlerine
daha da bulaştırarak denizaşırı dengeleme ilkesiyle çelişecektir. Özel
ilişkileri destekleyenler, İsrail’in istikrarsız otoriter devletlerin ortasında
istikrarlı bir demokrasi adası olduğunu mütemadiyen dillendirerek bunu
meşrulaştırmaya çalışıyorlar; ama Mearsheimer’a göre [rejimin şekli gibi] dahili
özellikler [dış politika söz konusu olduğunda] büyük ölçüde konu
dışıdır.
(…) ona göre [İsrail]
lobisi Amerikan tarihinde bir “anomali”dir. (…)
(…)
Her şeye rağmen İsrail
Lobisi kitabı inkâr edilemez temel bir gerçeği içeriyor: ABD ve İsrail,
devletlerin ekseriyeti gibi, birbirinden farklı bazı çıkarlara sahipler - ki bu
da kaçınılmaz olarak kalıcı herhangi bir özel ilişkiyi olumsuz etkiliyor. Zira
her iki devletin bilhassa güvenlik şartları birbirinden çok farklı. Bir kere
ABD okyanuslarla korunan kıta ölçeğinde bir devletken İsrail dünyanın öte
tarafında düşmanlarla çevrili küçük bir devlet. İki devletin coğrafi şartları
bambaşka olduğundan jeopolitik çıkarları hiçbir zaman tam anlamıyla örtüşemez.
(İran’ın nükleer programı İsrail için, ABD’ye kıyasla, çok daha acil bir
tehdit.) Mearsheimer diyor ki “İsrail’in bir demokrasi olması önemli olmakla birlikte
bu, özel ilişkilerin koşullarını meşrulaştırmak için yeterli değildir. İsrail’e
sıradan bir devlet gibi muamele etmeliyiz, tıpkı İngiltere veya Japonya’ya
muamelemiz gibi.”
Mearsheimer ve
Walt’un temel rahatsızlığı özel ilişkilerde koşulluluk ilkesinin olmaması. (…)
Onlarca yıldır ABD’nin İsrail’e ekonomik ve askeri yardım olarak 180 milyar
dolardan fazla bir kaynak aktarması (…) ve bunun karşılığında da –Filistinliler
büyük tavizlere yanaşsa dahi– en basit müzakere konularında bile –İsrail’in Batı
Şeria’da yerleşim inşasını ancak 90 günlüğüne durdurabilmek gibi– zar zor bir
ilerleme kaydedilebilmesi affedilemez/hoş görülemez. (…)
(…)
Mearsheimer ve
Walt, İsrail ile Arap devletleri arasında çok daha dengeli bir politika yürüten
Başkan Eisenhower’ın Ortadoğu politikasını destekliyorlar. [1956 savaşındaki
politika 1967 Savaşı’nda da uygulanmalıydı diye düşünüyorlar] (…) İsrail’in
seçim sisteminin –herhangi bir toprak tavizine karşı çıkan küçük sağ partilerin
dahil olduğu- zayıf hükümetlerin kurulmasına yol açtığı düşünüldüğünde,
İsrail’in bir apartheid toplumuna dönüşmesini önlemenin belki de tek yolu,
Amerikan başkanlarının Eisenhover’vari bir yaklaşım benimseyerek İsrail’i Batı
Şeria’nın önemli bir kısmından çekilmeye zorlamasıdır.
(…)
Üstelik, Ortadoğu’da
kireçleşmiş durumdaki merkezi otoriteye karşı isyan, uzun vadede daha liberal
rejimlerin ortaya çıkması bakımından faydalı olmakla birlikte, kısa ve orta
vadede daha kaotik ve daha popülist rejimler doğurabilir ve bu da İsrail
için daha az değil daha fazla güvenlik problemi yaratacaktır. İsrail’in toprak
tavizi vermekteki isteksizliğinin maliyeti azalmayacak, aksine daha da
artacaktır.
(…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder