AVRASYA’DA YAKLAŞAN
ANARŞİ
Robert D. Kaplan (Amerikalı
dış politika yazar, Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli üyesi)
Foreign Affairs,
Mart-Nisan 2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Çin çevre
denizlerde kendini kanıtlamaya çalışırken ve Rusya Suriye’de ve Ukrayna’da
savaş verirken Avrasya’nın bu iki büyük kara gücünün yepyeni bir
kuvvet/etkinlik işaretleri gösterdiği zannedilebilir kolayca. Ama
bu doğru değil. Tam aksine Çin ve Rusya, güçlü oldukları için değil, zayıf
oldukları için güç gösterisinde bulunuyorlar. İçeride [ulaştığı] gücün
dışarıda askeri saldırganlığı tetiklediği 1930’ların Nazi Almanya’sının aksine,
günümüzün revizyonist güçleri tam ters bir olguyu tecrübe ediyor: Çin ve
Rusya’da içerideki güvensizlik [hali, dışarıda] saldırganca [davranışlarını]
besliyor. Bu tarihi bir dönüm noktasına işaret ediyor: Berlin Duvarı’nın
yıkılmasından bu yana ilk defa ABD kendini büyük güçlerle rekabet içinde buldu.
Çin ve Rusya’nın iktisadi
şartları giderek kötüleşiyor. Rusya resesyona girerken Çin’in yıllık büyüme
oranı iki haneli değerlerden tek haneye inmiş durumda (…)
Her iki ülkede de iktisadi
çalkantının artma ihtimali dikkate alındığında artık Rusya’nın da Çin’in de iç
siyasi istikrarı çantada keklik görülemez. Sosyal medya ve sürekli nabız
yoklama çağında Çin ve Rusya’nın otokrat liderleri dahi halkın onayını alma
ihtiyacı hissediyor. Bu liderler -ülkeleri uzunca bir süredir düşmanlarca
kuşatıldığı için- zaten derin bir güvensizlik hissi içindeydi. En uzak
bölgelerde muhtemel isyanların alttan alta kaynama [emareleri göstermesi] nedeniyle
ülkelerinin devasa topraklarını kontrol altında tutmakta giderek daha da
zorlanıyorlar.
Dünya, küçük ve orta ölçekli
devletlerde etnik, siyasi ve mezhebî çatışmaların yol açtığı bu tarz bir
anarşiyi hep tecrübe edegeldi. Ama iktisadi [bakımdan hayatta kalma] mücadele[si]
veren iki dev güçte anarşivari bir beklenti çok daha endişe verici. İçerideki
şartlar kötüleştikçe Çin ve Rusya’nın -milliyetçiliğin vatandaşlarını seferber
edeceği ümidiyle- problemlerini giderek dışarı ihraç etme ihtimalleri yüksek.
Bu tarz bir saldırganlık/savaşçıllık hali, bilhassa Batı ülkeleri için zor bir
probleme işaret ediyor. İçerideki güçlenmeden neşet eden saldırganlık,
çoğunlukla metodolojik, iyi geliştirilmiş bir stratejiyi beraberinde getirirken
ve bu da yorumlanabilir [ve sonuçları öngörülebilir] olduğundan diğer
devletler ona uygun şekilde tepki verebilirken; iç krizlerin tetiklediği
saldırganlık ise öngörülmesi ve karşı mukabelede bulunulabilmesi çok daha zor
olan cüretkar, reaktif ve fevri davranışlara yol açar.
Amerikalı karar alıcılar Pekin ve
Moskova’nın giderek artan düşmanlığına nasıl mukabele edeceklerini
düşünürlerken onların ilk işleri, bu aşırı derecede hassas ve içeride gerileyen
güçleri gereksiz yere provoke etmekten kaçınmak olmalı. Çin ve Rusya
uluslararası kara ve deniz sınırlarını yeniden çizerken Washington kayıtsız
kalmayı göze alamaz diye düşünülebilir. Cevabım şu: Washington kırmızı
çizgileri çok net bir şekilde belirlemeli, sessizce [muhatabına]
iletmeli ve gerektiğinde askeri güçle bunları desteklemeye de hazır olmalı.
Moskova’daki
tehlike
Kısmen Rusya’nın iktisadi
problemleri Çin’inkinden çok daha kötü olduğundan Moskova’nın saldırganlığı çok
daha doğrudan. Yeltsin’in kaotik iktidarının ardından başa geçen Putin’in (…)
hedefi net: eski imparatorluğu yeniden ihya etmek.
Ama komünist partiler
aracılığıyla doğrudan yönetim aşırı masraflı olacağından Putin emperyalizmin
dolaylı formunu tercih etti. Eski nüfuz alanlarına askeri birlikler yollamak
yerine, enerji boru hatları ağı inşa etti, komşu ülkelerdeki siyasilere farklı
araçlarla yardım etti, istihbarat operasyonları yürüttü ve yerel medyanın
kontrolünü satın almak için üçüncü tarafları kullandı. Putin, hiç şüphesiz 2008
Gürcistan askeri operasyonuna Batı’dan karşılık gelmemesinden aldığı cesaretle,
son dönemde çeşitli cephelerde çok daha açıktan oynamaya başladı. 2014
başlarında Rus birlikleri Kırım’ı ele geçirirken Rusya adına hareket eden
milisler de Ukrayna’nın doğusunda bir savaş başlattı. 2015 sonlarına doğru da Putin,
Rus ordusunu Suriye iç savaşına soktu, özelde Esed rejimini kurtarmak, genelde
ise Doğu Akdeniz’de Rusya’nın pozisyonunu ihya etmek – ve mültecilerin
Avrupa’ya akışını etkilemek suretiyle AB’ye karşı bir koz elde etmek için.
Bu askeri maceraların Rus iktisadi
gücünün keskin bir şekilde gerilemesine eşlik etmesi bir tesadüf değil. (…)
Bütün bunların sonucu tam anlamıyla bir ekonomik krizdi, rublenin 2014’ten beri
dolar karşısında yarı yarıya değer kaybetmesiyle. Ekonomik büyüme neredeyse
durdu (…).
(…)
1980’lerde Rus ekonomisi büyük
bir krize girdiğinde Gorbaçev siyasi sistemde açılıma gitmiş; ancak bu, anarşi
ve Rus imparatorluğunun çöküşüyle sonuçlanmıştı. Putin bu dersi iyi çalıştı ve
bu defa tam aksini yapmaya kararlı: siyasi sistemi kapalı tut, yakın çevrede
Rus gücünü göstermek suretiyle [içerideki] kitlelerin dikkatini başka
yöne çek. Putin eski bir istihbaratçı, eski bir apparatçik değil. Bu yüzden
Rusya’nın dünyadaki yeriyle alakalı tarihi kuyruk acılarına el atarken
içerideki problemleriyle ilgili kendini aldatmıyor. Rus ekonomisi giderek
kötüleşirken Putin, içeride halkın onayını almak için dış politikasının -her ne
kadar zaman zaman aldatıcı bir şekilde uzlaşmacı göründe de- yaratıcı ve
dikkatli olması gerektiğini biliyor. Zamanla Putin’in NATO ve AB’nin altını
oymak için yeni yollar bulacağı beklenmelidir, her ne kadar IŞİD’le savaş
konusunda Batı’ya yardım ettiğini iddia etse de. Dışarıda ne kadar çok kaos
yaratabilirse içeride sağladığı otokratik istikrar o kadar değerli
görülecektir. Soyut olarak Ruslar daha özgür bir toplumun tercih edilir
olduğunu bilebilirler ama böyle bir geçişin risklerinden korkuyorlar.
İstediğini deneyebilir ama Putin
rejimini ekonomik çöküşün yansımalarından koruyamayacak. Ümitsizlik hali, bol
avantları paylaşmaya alışmış olan yönetici elit arasında iç mücadeleye yol
açacaktır. Güçlü kurumların yokluğunda ve rejimin kırılgan ve iyice
merkezileşmiş doğası altında 1964’te Kruşçev’i deviren darbeye benzer bir
girişim göz ardı edilemez; zira Rusya, yönetim tarzı itibarıyla Sovyet[lere
benzemeyi] sürdürüyor. Ülke daha evvel (1917 Devrimi sırasında ve
sonrasında) kaosun ardından otokrasinin un ufak olmasını tecrübe etti ve kâfi
miktarda kargaşanın Rusya’nın bir kez daha parçalanmasına yol açma ihtimali
var. Merkezden uzaktaki ve kanlı siyasetin yükünü çekmiş olan büyük ölçüde
Müslüman nüfuslu Kuzey Kafkaslar ile Sibirya ve Uzak Doğu bölgeleri Kremlin’de
bir istikrarsızlık baş göstermesi halinde Moskova’yla bağlarını zayıflatmaya
başlayabilir. Sonuç Yugoslavya’ya benzeyebilir: Bir yerde başlayan şiddet ve
ayrılıkçılık diğer yerlere yayılacaktır. Moskova kontrolü kaybederken küresel
cihatçı hareketler bu boşluktan faydalanabilirler ve Rusya’nın merkezden
uzaktaki bölgelerine ve Orta Asya’ya girebilirler.
Bunlar kulağa kötü gelse de işler
bundan daha da kötüye gidebilir. 1991’de Polonyalı entelektüel Adam Michnik,
Rusya’nın ve Doğu Avrupa’nın müstakbel liderlerinin komünizmin çöküşüyle doğan
boşluğu “kaba saba ve ilkel bir milliyetçilik”le dolduracağı tahmininde
bulunmuştu. Putin son yıllarda işte tam da böylesi bir milliyetçiliği
benimsedi. Savaş ağalarının yönetiminde küçük devletçiklerle sonuçlanan
yadsınabilir çatışmalar yaratarak Abhazya, Donbas, Dağlık Karabağ, Güney Osetya
ve Transdinyester’de ayrılıkçı hareketleri sinsice destekledi. Önümüzdeki
yıllarda Putin bu tarz sözde dondurulmuş çatışmaların birçoğunu kışkırtmayı
tercih edebilir, ama bu defa (önemli bir miktarda Rus nüfusun yaşadığı ve
Rusya’nın halen daha kayıp vilayetleri olarak gördüğü) NATO’nun Baltık
devletlerinde. Bu arada Putin, Kırım’ı ilhakını ve Ukrayna’nın doğusundaki
fiili yönetimini kabul etmeye zorlamak için Avrupa’nın Suriye’de Rus desteğine
olan ihtiyacına oynayamaya çalışacaktır.
Ama tam da sert bir mukabeleye en
çok ihtiyaç olan vakitte Avrupa’nın bunu yapabilme kabiliyeti giderek azalıyor.
Bazı yönlerden Rusya’nın mevcut krizi, merkez ve çevre bölgeler arasında
bölünmekte olan Avrupa’nınkiyle paralellikler arz ediyor. Avrupa Merkez
Bankasının düzenlemelerine ve diğer tedbirlere rağmen küresel büyümenin
yavaşladığı bir döneme eşlik eden Avrupa’nın temel reformları yapmaktaki
acziyeti, kıtadaki siyasi ve iktisadi krizin süreceği anlamına geliyor.
Devletleri sınırlarını yeniden tahkim edecek kadar korkutan göçmen ve terörizm
krizleri, AB’nin bölünmesini daha da alevlendirecektir ve tabii kaçınılmaz bir
şekilde NATO’nun da.
Bu uyuşmazlık/bölünmüşlük,
Avrupa’nın Rusya’yla yüzleşme girişimlerini bugünkünden daha da mütereddit ve
dağınık kılacak. NATO zayıflarken eski Varşova Paktı ülkeleri güvenlikleri için
daha da fazla ABD’ye yanaşacaklar. [Kendi aralarında] alt gruplara da
bölünecekler: Rus saldırganlığına karşı koymak için Polonya, Baltık ülkeleri ve
İskandinavya aralarında bir çeşit ittifak oluşturuyor; siyasi ve askeri
istişare bağlamında ise Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ve Slovakya’dan
müteşekkil Visegrad Grubu giderek somutlaşıyor. Ayrılık tohumları eken diğer
bir gelişme de Rusya’nın önerdiği Batı Avrupa’ya Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini
bypass ederek Baltık Denizi üzerinden inşa edilecek ikinci boru hattıyla
doğalgaz yollamayı içeren Kuzey Akım 2 projesi. Bütün bu ülkelerde yavaş
iktisadi büyüme, karşılanmayacak iktisadi beklentiler yayan sağcı ve solcu
milliyetçi hareketleri besleyecektir.
Eşikteki Çin
Yavaş iktisadi büyüme de Çin’in
iç zafiyetlerini dışsallaştırmasına yol açıyor. 1990’ların ortalarından beri
Çin yüksek teknolojiye dayanan (…) bir ordu inşa etmekte. Nasıl ki 19.
yüzyıldan itibaren ABD Avrupalıları Karayip Denizi’nden çıkarmaya çalıştıysa
şimdi de Çin Amerikan donanmasını Doğu Çin ve Güney Çin Denizlerinden çıkarmaya
çalışıyor. Komşuları ise endişeli: Çin donanmasının yayılmasını kendisine
yönelik varoluşsal bir tehdit olarak algılayan Japonya barışçıllıktan
sıyrılarak [yani silahlanmayı yasaklayan anayasa maddesini değiştirerek]
ordusunu yenilemeye başladı; Malezya, Filipinler, Singapur ve Vietnam da
ordularını modernleştirdi. Soğuk Savaş boyunca nispeten durgun olan Amerikan
egemenliğindeki bu sular dalgalanır hale geldi. Bir zamanların istikrarlı, tek
kutuplu denizleri giderek istikrarsız, çok-kutuplu bir çevreye dönüşüyor.
Tıpkı Rusya gibi, Çin’in
saldırganlığı da onlarca yıldır büyüyen ekonomisi yavaşlamaya başlamışken
zirvedeki gücünün bir yansıması. (…)
Devasa ülkesinde giderek artan
etnik gerilimler söz konusu. (…) Merkezi kontrole direnen birçok etnik grup
arasında Uygur militanlar bugün en yakın ayrılıkçı tehdidi temsil ediyor. Bir
kısmı Irak ve Suriye’de eğitim aldı; küresel cihadi hareketlerle bağlantılı
hale geldikçe tehlike daha da büyüyecek. Son yıllarda Guangxi bölgesinde Uygur
ayrılıkçılarla bağlantılı bombalı saldırıların sayısında dramatik bir artış var
(…) Pekin bu tarz hareketleri, iktisadi kalkınmayla pasifize etmeye çalışıyor;
mesela bölgedeki Uygur milliyetçiliğinin altını oymak için Orta Asya’da İpek
Yolu Ekonomik Kuşağı gibi öneriler getiriyor. Ama eğer bu tarz devasa projeler
Çin’in kendi iktisadi yavaşlamasından dolayı sekteye uğrarsa ayrılıkçılık çok
daha büyük şiddete dönüşebilir.
Uzun yıllar Çin’in iç kesiminde
Komünist Parti’de hizmet ederek tecrübe kazanmış Xi, ülkesinin iktisadi
problemlerinin derinliğinin -Putin’e kıyasla- çok daha fazla farkında olmalı.
Ama bu, onun problemlerin üstesinden nasıl gelineceğini bildiği anlamına
gelmez. Çin’in iktisadi problemlerine yolsuzlukla mücadele üzerinde cevap
üretmeye çalışıyor; ama bu, esasen Xi’nin Çin’in milli güvenlik devletini kendi
adamları etrafında konsolide etmesini sağlayan çok büyük bir siyasi temizlik
kampanyası işlevi gördü. Kararlar eskisi gibi toplu olarak alınmadığından,
içerideki endişeleri dış saldırganlığa kanalize etme konusunda Xi’nin eli artık
çok daha serbest. Geçtiğimiz 30 yılda Çin liderliği nispeten öngörülebilir ve
riskten kaçınırdı. Ama Çin’in iç siyasi durumu çok daha tehlikesizdi.
Çin’in ihtirasları Rusya’nınkinin
çok daha ötesinde; ama daha hassas ve ince bir şekilde hayata geçirmeye
çalıştığı için Batı’da daha az endişe yaratıyor. Putin, kar maskeleri ve
saldırı silahlarıyla Ukrayna’nın doğusuna eşkıyalar yollarken; Xi’nin
saldırganlığı, ABD’nin aşırı derecede tepki gösteriyor izlenimi yaratmadan
mukabele etmesini iyice zorlaştıran türden çok daha küçük, kademeli adımları
içeriyor. [Mesela] Filipinler’in savaş gemilerini taciz etmek için
donanma yerine sahil güvenliğini ve ticaret gemilerini yolluyor; Çin’in de
Vietnam’ın da üzerinde hak iddia ettiği sulara bir petrol sondaj platformu
gönderiyor (ama sadece birkaç haftalığına); (insanların yaşamadığı) ihtilaflı
adalar ve mercan kayalıklarında toprak kazanma projelerine girişiyor. Ve bütün
bu gerilimi tırmandırma politikası denizde meydana geldiğinden sivillere
herhangi bir zarar vermediği gibi askeri bir can kaybı da yaşanmıyor.
Çin’in diğer adımları daha
alenice: Orta Asya’nın derinlerine kadar karayolları, demiryolları ve boru
hatları inşa ediyor; Çin’in batısından başlayıp Pakistan üzerinden (kıyılarında
Tanzanya’dan Myanmar’a kadar liman projelerini yürüttüğü) Hint Okyanusu’na
kadar uzanacak bir ulaşım koridoru inşası için on milyarlarca dolarlık yatırım
sözü veriyor. Çin’in iktisadi problemleri ağırlaştıkça bugün hassas ve ince bir
şekilde yürüttüğü saldırganlığı zamanla daha kaba ve fevri hareketlerle yer
değiştirebilir. Xi’nin -bölünme tehdidiyle karşı karşıya olan toplumları bir
nebze olsun birleştirici bir güç olan- milliyetçiliği canlandırmak için
Asya’daki deniz ihtilaflarını kullanmaya direnmesi giderek zorlaşacak.
Bu tehlikeye, -potansiyel olarak-
beş Orta Asya ülkesinde beliren krizler de eklenebilir. Otoriter [rejimlerle
yönetilen] bu ülkelerde istikrarın devamı, Çin’in Orta Asya’daki kendi
azınlıklarını kontrol altında tutmasını kolaylaştırabilir; ama zaman tükeniyor
da olabilir. Bu rejimlerin bazıları halen daha Brejnev döneminin Merkez Komite
tarzıyla yönetiliyorlar; liderleri artık yaşlanıyor, rejimlerinin meşruiyeti
sorgulanıyor, ekonomileri Çin’in ve Rusya’nın yavaşlayan motorlarına bağlı
durumda ve nüfusları da giderek daha fazla İslamileşiyor. Yani Orta Asya’da
Arap Baharı tarzı patlamaların vakti belki de geliyor.
Paralel iktisadi durgunluklarla
ve jeopolitik tehditlerle yüz yüze olan Çin ve Rusya, birbiriyle uyumlu
otoriter sistemlerine dayanan ve sınır bölgelerini idare edip Batı’ya karşı
koymayı hedefleyen taktik bir ittifak kurabilirler. Bu amaçla her ikisi de
geçen kasım ayında, Rusya’nın Uzak Asya bölgesindeki Çin’in üzerinde hak iddia
ettiği küçük bir toprağı vermesi suretiyle çok eskilere dayanan sınır
ihtilafını sonunda çözdüler. Ama bu el değiştirme her iki ülkede de halkın
protestolarına yol açtı: Sıradan Ruslar Kremlin’in toprak iade etmesinden ve
Çinlilerin çoğu da çok az bir toprağı almış olmaktan şikayetçi. Yani kamuoyu
diktatörlükleri sıkıştırabilir.
Eli kulağında
olan kaos
Kimlerin merkezi kontrole sahip
olup olmadığı günümüzün jeopolitik meselesidir. Geniş alanlar üzerinde merkezi
kontrol bizatihi problemli, hele de elektronik iletişimin kimlik temelli
huzursuzlukları kışkırtabildiği etnik, dini ve bireysel bilincin arttığı bir
çağda. Avrasya haritasının çok daha karmaşık olması hiç şaşırtıcı değil.
Washington’daki siyaset üretenler
eli kulağındaki muhtemel kaosa karşı şimdiden planlamaya başlasalar iyi olur: –[şimdilik]
imkan dahilinde olmasa dahi muhtemel olan- Kremlin’de bir darbe, Rusya’nın
muhtemel dağılması, Çin’in batısında İslamcı terörist bir mücadele, Pekin’de
fraksiyonlar arası çatışma ve Orta Asya’da siyasi kargaşa. Eli kulağında olan
kargaşa her ne şekil alırsa alsın ABD, öyle veya böyle yeni sorularla boğuşmak
zorunda kalacak gibi görünüyor. Eğer Rusya’nın liderliği parçalanırsa ülkedeki
nükleer silah deposunu kim kontrol edecek? ABD, rejimin bir iç isyanı
bastırması halinde Çin’in içindeki insan haklarına destek olabilecek mi?
Bu tarz beklenmedik olaylar için
plan yapmak, Irak tarzı bir özgürleştirme savaşı planlamak değil, kargaşa
ihtimalini asgariye indirmek anlamına gelecektir. (Eğer Çin ve Rusya daha
liberal yönetimler geliştirmezlerse halkların kendileri değişimi getirmek
zorunda kalacaklardır). Sonuçta ortaya çıkacak kabusvari güvenlik krizlerini
önlemek için Washington’ın net kırmızı çizgiler belirlemesi gerekecektir.
Mümkün olduğunda da bu kırmızı çizgileri -alenen ilan etmeden- alttan alta
karşı tarafa iletmesi gerekir. Kongre’nin ortalığı karıştıran delifişekleri
farkına varmasa da ABD, içeride [ülkesi içinde] karizmayı çizdirmekten
endişelenen asabi rejimleri kışkırtmakla hiçbir şey kazanamaz.
Rusya vakasında ABD, Moskova’dan
dondurulmuş çatışmaları başlatmayı durdurmasını istemelidir. Putin halkının
ilgisini ekonomik zorluklardan uzaklaştırmaya çalıştığından komşu bölgelerdeki
sıkıntıları kışkırtmayı daha cazip bulacaktır. Yolsuzluğa bulaşmış ve
demokratik yönetimlerinin altı kolayca oyulabilecek durumdaki Litvanya ve
Moldova muhtemel listesinin en başında yer alıyor olabilir. (Moldova zaten
siyasi anarşiye doğru gidiyor.) Aynı zamanda her iki ülke de stratejik değeri
haiz: Moldova Rusya için Balkanlara giriş kapısı vazifesi görebilir ve Litvanya
da Rusya’nın ülke dışarıdaki toprağı olan Kaliningrad’a karadan ulaşımını
kısmen sağlayabilir. Putin için dondurulmuş çatışmalar, Batı’nın anlamlı bir
mukabele ihtimalini azaltacak şekilde, ilan edilmeden yürütebilme avantajı taşıyor.
Bu yüzden [Batı’nın] mukabelesi aynı türden/kısasa kısas şeklinde
olmalı: Eğer Putin, Litvanya veya Moldova’da perde arkasından gizli kapaklı iç
çevirirse Batı da Rusya’ya karşı yaptırımları ve Orta ve Doğu Avrupa’daki
askeri tatbikatları artırmalı.
Son olarak NATO, Doğu Avrupa
ülkeleri arasındaki istihbarat paylaşımını dramatik bir şekilde artırmalı ve
seri bir şekilde bölgeye daha fazla savaş uçağı, kara birliği ve özel harekat
birlikleri konuşlandırmaya hazır olmalı. Eski Varşova Paktı üyesi NATO’nun ön
cephe hattı ülkelerinde rotasyonla konuşlanmış bulunan yüzlerce Amerikan kara
ve deniz piyadelerinin sayısı o kadar az ki bu haliyle Rusya’yı saldırganlıktan
caydırması mümkün değil; birçok tabura veya hatta tugaya ihtiyaç var. Dahası,
ABD’nin –bir krizi kışkırtmadan Rusya’nın sınırlarından kısmi saldırı
düzenlemesini caydıracak şekilde- askeri bir tripwire oluşturması gerekecek.
Dolayısıyla ABD’nin, yoğun nüfuslu Baltık bölgesinde Rusya’nın artan “geçit
vermeme/bölge tutma” kapasitesine vereceği karşılık, boş Güney Çin Denizi’nde
Çin’e mukabelesinden çok daha fazla ince ayarlı olmak zorundadır.
Washington’ın Çin’e karşı da net
kırmızı çizgiler belirlemesi gerekiyor. Rejimin tıpkı 2013’te Doğu Çin Denizi
için ilan ettiği gibi, Güney Çin Denizi’nde mevcut toprak kazanma projelerinin
sözde hava savunma teşhis bölgesine –yani Çin’in yabancı uçakları sokmama
hakkını saklı tuttuğu hava sahasına- dönüşmesine izin veremez. Bu tarz
hareketler kasıtlı muğlaklık stratejisinin bir parçası: askeri karşılaşma ne kadar
belirsiz ve karmaşık olursa ABD’nin denizlerdeki hakimiyeti o kadar fazla
tehdit edilmiş olacak. Eğer Çin, Güney Çin Denizi’nde böyle bir bölge ilan
ederse Washington buna çevrede/civarda artan bir Amerikan donanma faaliyetiyle
ve bölgedeki müttefiklere askeri yardımları artırarak cevap vermeli. Amerikan
donanması zaten denizlerde seyrüsefer serbestliği harekatlarına başladı, ama
Çin’in hak iddia ettiği insan eliyle oluşturulan adalar çevresindeki 12 millik
alanda bunu gönülsüzce yapıyor. Eğer bu operasyonlar düzenli ve daha aleni bir
hale gelmezse Çin caydırılamayacak.
Güç gösterme
zamanı
Amerikan başkanı Theodore
Roosevelt’in şu anda bir klişeye dönüşen vecizesi, yani “Yumuşak yumuşak konuş
ama büyükçe bir sopayla” daha evvel hiç bu denli uygulanabilir olmamıştı. Büyük
bir sopa -ister güçlü ister zayıf olmaktan kaynaklansın- [hasmı] saldırganlıktan
caydırabilir. Ama saldırganlık zayıflıktan kaynaklanıyorsa yumuşak yumuşak
konuşmak bilhassa önemlidir; zira sert söylem köşeye sıkışmış liderleri
gereksiz yere kışkırtabilir. Gerçekten de ABD için Baltık ülkelerindeki ve
Güney Çin Denizi’ndeki varlığını artırmak, kamuoyu önünde açık açık Moskova ve
Pekin’i kınamaktan çok daha önemli.
Büyük bir sopa, [Federal
bütçeyi sınırlandırmanın] yol açtığı tahribatın ardından Amerikan savunma
bütçesini hızlıca eski haline getirme anlamına gelir. 2010’da Amerikan
ordusundaki toplam asker sayısı 570 bin iken 2017’ye kadar 450 bine indirme
kararı alındı. ABD’nin Soğuk Savaş yıllarında Avrupa’da konuşlu bulunan asker
sayısı 200 bin iken şu anda 33 bine inmiş durumda. Gemilere ve uçaklara kıyasla
kara birliklerinin varlığı, taahhütlerine yerine getirmek için kan akıtmaya
dahi istekli olduğu mesajı verdiğinden, Amerikan gücünün inandırıcılığını
artırır. Savaşlar giderek konvansiyonel olmayan bir şekle büründüğünden ABD
artık Avrupa’da Soğuk Savaş’taki kadar çok kara birliği konuşlandırma ihtiyacı
hissetmiyor, ama hala büyük bir konuşlanma icap ediyor. Denizlerdeki varlığına
gelince, Baltık Denizi uçak gemisinin optimal kullanımı için [elverişli
olmayan] çok küçük bir yer; dolayısıyla ABD bölgeye daha fazla denizaltı
göndermeli.
Washington ayrıca iklim
değişikliği gibi transnasyonel konulardaki söylemini sınırlayarak
müttefiklerine yeniden güven telkin etmeli. Başkan, iklim değişikliğine öncülük
ettiği için mesela İsraillilerin, Polonyalıların ve Tayvanlıların kendisine
güvendiği beklentisine girmemeli; onlar Başkanın kendi jeopolitik ikilemlerini
vurgulamasını istiyor. Salgın hastalıklar, deniz seviyesinin yükselmesi ve
diğer küresel meydan okumalar sahici olsa da ABD, büyük ölçüde kendi korunaklı
coğrafyası sayesinde bu meselelere odaklanma lüksüne sahip. Buna mukabil birçok
Amerikan müttefiki, Çin ve Rusya’ya tehlikeli şekilde yakın bir coğrafyada
yaşıyor ve bunlar çok daha dar ve geleneksel tehditlerle mücadele etmek
zorundalar. Trajik coğrafyaları nedeniyle Asyalı milletler kendi denizlerinde
daha fazla Amerikan savaş gemisi görmek istiyorlar. Orta ve Doğu Avrupa
ülkelerine gelince, onlar da savunmaları için kuvvet gösteren ve net taahhütler
istiyorlar. Küreselleşme ve iletişim devrimi coğrafyayı çok daha fazla
birbirine bağlı hale getirdiği için bir bölgedeki saldırganlığa yeterince
mukabelede bulunmakta başarısız olan herhangi bir Amerikan başkanı bir başka
bölgede itibarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır.
1959’da siyaset bilimci Robert
Strausz-Hupé “kemikleşmiş çatışmalar”ı [Z.T.K. Filistin-İsrail
çatışması gibi çok uzun yıllar süren çatışmaları kastediyor] hem sabırlı
olan hem de “(20. yüzyılın normal şartı olarak) çatışmada işi iyi giden”
tarafın lehine uzatmalı rekabet hali olarak tanımladı. Batı zihniyeti “sadece
barış araçlarını görürken”, Strausz-Hupé, avantajlı taraf “pulluk demirini
kılıca dönüştürendir [yani askeri silahları/teknolojiyi barışçıl sivil
kullanıma dönüştürendir]” diye yazıyor. Strausz-Hupé bu cümleleri yazarken
kafasında Çin ve Rus komünistleri vardı. ABD –başlı başına bir kemikleşmiş
çatışma olan- çevreleme siyaseti sayesinde bu düşmanları savuşturmayı sonunda
başardı.
Çevreleme, şu anda birçoklarının
zannettiği gibi, [o dönemde] sadece sınırlandırma demek değildi, aynı
zamanda hesaplı/ölçülü bir saldırganlığa girişmek ve sürekli müttefiklerini
rahatlatıp güven tazelemek anlamına geliyordu. Soğuk Savaş boyunca Amerikan
başkanları, normalin barıştan ziyade rekabet ve çatışmanın olduğu anlayışıyla
nükleer savaşı önleyerek başarıya ulaştılar. Günümüzde Çin ve Rusya hızla
kemikleşmiş çatışma yolunda ilerlerken gelecek Amerikan başkanları bu hakikati
kabul etmeliler. Ve onlar da, Soğuk Savaş’ın görece sakin on yıllarını ve Soğuk
Savaş sonrası dönemi artık arkalarında bırakırken güç ile temkinin doğru bir
karışımını uygulamalılar ve çözülmekte/çökmekte olan Avrasya’daki anarşiyi
idare etme/yönlendirme konusunda hazırlıklı olmalılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder