SİYONİSTLERİN
FİLİSTİN’İ NÜFUSSUZLAŞTIRMA POLİTİKASI 1948'TEN BU YANA DEVAM EDİYOR
Zahide
Tuba Kor
Anadolu
Ajansı, 18.7.2024
NOT:
Blogda yer alan 900’e yakın içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki
şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri ancak kaynak
göstermek şartıyla kullanabilirsiniz.
Spot: Filistinliler,
1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe, yani Büyük Felaket derler. Nekbe;
evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır.
1948’de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir.
(Kudüs
İbrani Üniversitesi Truman Araştırma Merkezinden Mordechai Nisan)
7 Ekim
Aksa Tufanı akabinde İsrail, Gazze’de intikam ve yeniden işgal amacıyla
insanlık tarihinin en yoğun ve yıkıcı bombardımanına girişti. Şehit düşen
Gazzelilerin sayısını hiçbir zaman bilemeyeceğiz; keza yaşanan soykırımın ve
yıkımın yol açtığı maddi-manevi hasarı ve bedeli de… Ama bunların hiçbiri yeni
değil. Belki tek yenilik, tarihin artık kameralar önünde ve çok daha ölümcül
silah sistemlerinin kullanımıyla tekerrür etmesi diyebiliriz. İngiliz manda
döneminde özellikle 1936-1939 Büyük Arap İsyanı sürecinde başlayan, 1948’de
etnik temizlikle devam eden ve işgal altında bugünlere gelen süreçte
Filistinliler defalarca silahlı şiddete maruz kaldı, sevdiklerini yitirdi,
yersiz yurtsuzlaştı, mülksüzleşti, fakirleşti ve acılarıyla kendi kaderlerine
terk edildi. Son 9 ayda 76 yıllık hikâyenin hızlandırılmış bir özetini
izliyoruz sadece.
BM siyonist
diplomasinin önünü nasıl açtı?
Siyonist
önderlerin 1900 yıl sonra Filistin’e geri dönerek demokratik bir Yahudi devleti
kurma hedefi, işgali ve etnik temizliği beraberinde getirir. Nitekim 1880’lerde
başlayan Doğu Avrupa’dan göçler sonucunda –İngilizlerin 1917 Balfour
Deklarasyonu’yla “milli yurt” kurulmasına verdiği desteğe rağmen– 1947’ye
gelindiğinde Filistin’de Yahudi nüfus yüzde 8’den ancak yüzde 30’a çıkar; elde edebildikleri
toprak parçası da Filistin’in sadece yüzde 6’sı kadardır.
Siyonistler,
İngiliz manda döneminde bir yandan müstakbel Yahudi devletinin kurumsal
temellerini atarken diğer yandan işgal ve etnik temizlik planlarını hazırlarlar.
Kullandıkları uluslararası siyasi ve diplomatik araçlara ilaveten 1939’da
silahlı siyonizm de devreye sokulur. Bugünkü terminolojiyle tipik birer terör
örgütü olan siyonist çeteler (Hagana, Irgun ve Stern), silahı 1940’larda sadece
Filistinlilere değil, müstakbel Yahudi devleti önünde en büyük engel olarak
görmeye başladıkları İngilizlere karşı da kullanırlar. İngiltere, 1944-1947
arası Yahudilerin silahlı isyanı karşısında meseleyi Birleşmiş Milletler’e
havale eder.
29 Kasım
1947’de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) baskısıyla kabul edilen ve iki
devletli çözümü öngören BM Taksim Planı, siyonist diplomasi için tam bir
zaferdir. Zira 70 yılda ancak yüzde 6’lık toprağa ve yüzde 30’luk nüfusa sahip
olabilen Yahudilere, müstakbel devlet için Filistin’in yüzde 56’lık kısmı ayrılır.
Ancak burada yaşayan yüz binlerce Filistinlinin varlığı, demokratik bir Yahudi
devleti kurma önünde engeldir. İşte bu noktada siyonist çeteler üç aşamalı
etnik temizlik politikasına girişir.
Siyonist
çetelerin üç aşamalı etnik temizlik politikası
Önce birbirinden
kopuk Yahudi kolonileri arasında yer alan Arap topraklarını işgal etmek için C
Planı’nı devreye sokarlar; ama Mart 1948’e gelindiğinde Filistin nüfusunun yüzde
5’ten azı sürülerek 30 köyü insansızlaştırılır. Ancak siyonist hedefler için bu
yeterli değildir. BM planında kendilerine tahsis edilen yüzde 56’lık alanın
ötesine geçip Kudüs de dahil mümkün olduğunca fazla toprak elde edebilmek ve
demografiyi tamamen değiştirebilmek amacıyla bir D Planı hazırlarlar. İktisadi
yıkım ve psikolojik harp eşliğinde fiili saldırıyı içeren bu D Planı,
Filistinlilerin kitlesel göçünü ve mülteci meselesinin doğuşunu tetikler. Özellikle
Deir Yasin, Tantura, Duveyme, Ebu Şuşa, Safsaf, Beled eş-Şeyh gibi köylerden
yayılan kan dondurucu katliam haberleri, kitleleri terörize edip panik içinde
kaçmalarını sağlamada etkili olur. Öyle ki sadece 1 Nisan-15 Mayıs arasında 182
köy boşaltılır, Filistin şehirleri ele geçirilir. Akabinde başlayan ilk
Arap-İsrail savaşında ve ateşkes sonrasında da etnik temizlik politikası sürer. Böylelikle
siyonistler, 1950’lere gelindiğinde 1300 Filistin yerleşiminin yarısını tamamen
yerle bir eder, ardından buraları ya ormanlık alana, park-bahçeye ya da yeni Yahudi
yerleşimlerine dönüştürürler. 1947’den 1949’a gelindiğinde kontrollerindeki
Filistin toprağını terör taktikleri ve savaşla yüzde 6’dan yüzde 78’e çıkartmış
olurlar. Kalan kısımları Ürdün ve Mısır kontrolüne alır.
Peki bu
süreçte çeteler neler yapar? Köyleri kuşatırlar, direnen köylerde çocuk-kadın
demeden katliama girişirler, genç erkekleri olabildiğince çok infaz ederler,
mahalleleri bombalarlar, evleri –içinde yaşayanlarla birlikte– havaya uçururlar,
tarlaları ateşe verirler, evlerde kalan değerli eşyaları çalarlar, molozlara
mayınlar yerleştirerek kaçanların geri dönmesini engellerler, Hayfa gibi yoğun
nüfuslu şehirlerin dar sokaklarına benzin ve dinamit dolu varil bombaları atar,
havan toplarıyla bombalarlar; hoparlörlerden Filistinli kadınların başka
yerlerde kaydedilmiş çığlıklarını yayınlarken bir yandan da “Hayatını seven kaçsın,
Yahudiler zehirli gaz ve nükleer silah kullanıyor” anonsu yaparlar. Kadınlara
tecavüz haberleri de kitlesel kaçışlarda önemlidir. Daha evvel siyonistlerin
her saldırısında direnen köylerin ahalisi bile panik içinde ayrılır.
1948 Savaşı’nda
15 bin Filistinli hayatını kaybederken 1,4 milyon Filistinliden 800 bini (yüzde
60’ı) mülteci konumuna düşer, aileler paramparça olur. Ancak göç yollarında ve
sığındıkları yerlerde susuzluktan, hastalıktan, sıcaktan, denizde boğularak, siyonist
çetelerin kurşunuyla ölenlerin sayısı bilinmez.
İsrail
kurulduktan sonra da etnik temizlik sürer. İsrail içinde kalan 156 bin
Filistinliden 30 bini (yüzde 15’i) 1950’lerin ortalarına gelindiğinde ülkeden
kovulur. Dünya Yahudileri ise 1948’den itibaren yeni devlete akar.
Filistinlilerin çiftlikleri, hayvanları, bağ-bahçeleri, fabrikaları,
bankalardaki paraları, yıkılmamış güzel evleri, eşyaları, sanat eserleri,
kıyafetleri, ata yadigarı her şey adeta savaş ganimeti gibi Yahudilerin eline
geçer.
Savaştan
sonra yitirdiği evini görmek, değerli eşyalarını veya geçim kaynaklarını almak,
kaybettiği aile bireylerini ve akrabalarını bulmak için sınırdan sızmaya
çalışan mülteciler çok şiddetli cezalandırılırlar. Öyle ki sızmaların olduğu Batı
Şeria ve Gazze’deki noktalar vurulur, Mısır ve Ürdün hedefleri bombalanır,
1949-1956 arası çoğu silahsız binlerce Filistinli sınırı geçmeye çalışırken
öldürülür veya yaralanır.
Bu arada
fiziki katliamlara bir de hafıza katliamı eklenir. Daha savaş esnasında
Filistin yerleşimlerinin ve coğrafi yüzey şekillerinin isimleri, Tevrat ve
diğer dini-tarihi metinlere göre arkeologlarca İbraniceleştirilir ve 1300
yıllık Arap geçmişiyle bağ kopartılmaya çalışılır.
Mülteciler
çadırlarda sersefil hayat mücadelesi verirken topraklarından hiç ayrılmayan
Filistinliler İsrail vatandaşlığı alır ama hayatları daha iyi olmaz. Zira siyonizmin
sömürgeci-yerleşimci projesinin ilk elden ve en uzun şahidi onlardır. Kendi
topraklarında “istenmeyen misafir”diler; “stratejik ve demografik tehdit”
sayılarak 1966’ya kadar OHAL düzenlemeleriyle sıkı bir askeri yönetim altında
tutulurlar 1967’den sonra Gazze ve Batı Şerialılar da benzer bir askerî işgal
yönetimi altına alınacaktır. Askerî valilere Filistinlilerin hayatının her
alanını kontrol için; nüfusu sürgüne yollama, keyfi gözaltı, idari
(yargılanmadan) tutukluluk, güvenlik veya kamu yararı adına topraklara ve
mülklere el koyma, süresiz sokağa çıkma yasağı, köylerin giriş-çıkışlarını daimi
kontrol, seyahati engelleme, vakıflara el koyma gibi alanlarda sınırsız yetki
verilir. Şehirlerde kalanlar ya civar köylere sürülür ya da şehirlerin en fakir
mahallelerinde oluşturulan küçük gettolara gönderilir. İlk yıllar tel örgüler
ve çitlerle çevrili küçük alanlarda ikamet etmeye zorlanırlar. Daimi
aşağılanma, mülksüzleşme ve marjinalleşmeye maruz kalırlar. Toprak sahipliği,
su kaynaklarına erişim ve arazi satın alma hakları kanunla ellerinden alınır.
Devam
eden Nekbe
Filistinliler
1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe, yani “Büyük Felaket” derler. Nekbe;
evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır.
1948’de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir. Vatansız
kalan Filistinliler ve onların nesilleri sığındıkları ülkelerde binbir türlü
sıkıntılarla boğuşurlar. İsrail’in her yaptığı katliamın yanında kâr kalması,
yargılanmaması, dokunulmaması Nekbe’nin devamlılığını sağlayan temel faktördür.
Kurucu elitler, 1948’de toprakların tamamını ele geçirmemiş olmanın pişmanlığı
içinde sınırları genişlemek için sürekli fırsat kollar. Hatta 1956’da Gazze ve
Sina’yı işgal ederler ama ABD’nin ve SSCB’nin tehditleri karşısında geri
çekilmek zorunda kalırlar. Gazze’nin sadece dört aylık bu işgalinde 1000
Filistinliyi öldürürler.
1967’de
altı günde topraklarını üç kat genişleterek hayallerine fazlasıyla ulaşırlar ama
bu sefer kontrollerine giren büyük Arap nüfus karşısında Yahudi devleti olma
vasfını yitirme endişesine kapılırlar. Tam da bu yüzden 1967 Savaşı akabinde
işgalcinin tehditleri veya oyunlarıyla 300 bine yakın Filistinli, yani Batı
Şeria’daki nüfusun yüzde 20’si ve Gazze’dekilerin yüzde 10’u Ürdün’e göçüp
ikinci kez mülteci olur. Ayrıca işgal sırasında (7 Haziran 1967 itibarıyla)
yurtdışında olan hiç kimsenin geri dönüşüne izin verilmez; yani yurtdışında
okuyanlar, çalışanlar veya turistik seyahatte olanlar vatansız kalırlar. İzinsiz
geri dönmeye çalışanlar yakalandığında vurulurlar. Topraklarını hiç terk
etmeyenler ise İsrail işgali ve asker yöneticilerin OHAL altında, kademeli
etnik temizlik ve mülksüzleştirme odaklı, hukuk kılıflı keyfi uygulamalarıyla
türlü felaketlere düçar olurlar. Siyonistler için “Büyük İsrail”i inşa
edebilmenin tek yolu, daimi bir kurumsal şiddete başvurmaktır; tam da bu yüzden
Filistinlilerin en ufak bir silahlı veya barışçıl direniş girişimi tanklar ve
ağır silahlarla bastırılır.
Bu arada
76 yıldır siyonist politikaların mağduru sadece Filistinliler de değildir;
komşu ülkelerdeki milyonlarca Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye vatandaşı da
–tıpkı buralardaki kamplarda yaşayan Filistinli mülteciler gibi– İsrail’in “misilleme”
kisvesi altındaki saldırıları ve bilfiil işgali yüzünden ya kalıcı olarak ya da
belli bir süreliğine yerinden yurdundan olur, çok canlar yitirirler.
İmajına
çok önem veren ve varlığını “ahlaki” temellere dayandıran İsrail, “etnik
temizlik” argümanına karşı “nüfus transferi” tabirini kullanır. Tıpkı Batı
Şeria’nın çevresini kuşatan 8 metre yüksekliğinde son teknoloji ürünü türlü
güvenlik aygıtlarıyla teçhiz edilmiş ırkçı-ayrımcı duvar için “güvenlik çiti”
demeleri, ordunun resmi adının “İsrail Savunma Ordusu” olması ve “dünyanın en
ahlaklı ordusuna sahibiz” diye övünmeleri gibi… Yıllardır İsrail’in hem siyasi
ve dini lideri hem de işgalci yerleşimciler, geriye tek bir Filistinli dahi
kalmayacak şekilde yeni bir “nüfus transferi” çağrısını giderek daha fazla
dillendiriyorlardı. 7 Ekim 2023’ü, bu hayali sadece Gazze’de değil, Batı Şeria
ve Doğu Kudüs’te de gerçekleştirmek için bir fırsat bildiler.
Peki
Siyonistlerin Filistinlilere yönelik vahşi politikalarının temelinde ne var?
İnsanoğlu muhatabını insan-dışılaştırmadan veya tekfir etmeden kolay kolay
katliama başlamaz. 7 Ekim’den sonra Savunma Bakanı Yoav Galant, Filistinliler
için “insansı hayvanlar” demişti. Bu bakış yeni değildir. Temel dertleri,
Avrupa’daki Yahudi sorununa çözüm üretmek ve devletlerini inşa etmek olan siyonist
önderler, daha ilk göçlerden itibaren yerli Arap nüfusun varlığını reddeder ve
onları ya bedevi ya da yabancı hatta istilacı sayar, dolayısıyla gelecek
planlarına dahil etmezler. Theodor Herzl günlüklerinde Filistinlilerin nasıl
sinsi yöntemlerle kaçırtılması gerektiğini anlatır. Siyonist tarih yazımında ise
etnik temizliği ve mülteci meselesini yok sayma ve sorumluluktan kurtulma amacıyla
Filistinlilerin hiçbir zaman var olmadığı ispatlanmaya çalışılır. Ülkenin Golda
Meir gibi başbakanları da Filistinli diye bir halk olmadığını savunur. Filistinli
mülteciler meselesinin ortaya çıkışında hiçbir sorumluluk kabul edilmez; Arap
devletlerinin yönlendirmesiyle kendi kendilerine toprakları terk ettikleri
iddiasındadırlar.
İsrail, silah gücüyle ve terör taktikleriyle kurulur, silah gücüyle ve devlet terörüyle ayakta kalır. Çünkü silahlı çetelerin liderleri ve milisleri, yani etnik temizliğin mimarları ve uygulayıcıları, bağımsızlık sonrası başbakanlık dahil en kritik makamları doldururlar. David Ben-Gurion, Menahem Begin, İzak Şamir, Ariel Şaron, Moşe Dayan gibi isimler koltuklarını geçmişte işledikleri katliamlarla “hak eden”lerdir. Misilleme doktrininin mimarı Genelkurmay Başkanı Moşe Dayan’a göre İsrail ilanihaye eli kılıçla yaşamak zorundadır. “Biz yerleşimci nesliyiz; çelik miğfer ve silah namlusu olmadan ne bir ağaç dikebilir ne de bir ev kurabilirdik. (…) Bu, neslimizin kaderi, hayat tarzımızdır. Tek seçeneğimiz, hazırlıklı olmak, silahlanmak, güçlü ve kararlı durmaktır” der. Yönetici elitin, askeri işgalin insan gücünü, refah düzeyini, itibarı, özgüveni ve siyonist ideolojiyi güçlendireceği beklentisi, işgalin ve etnik temizliğin tekrarlanmasının temel nedenidir.
Kaynaklar:
Felaketi
Gördüm: Filistinliler 1948’de Yaşadıklarını Anlatıyor, (haz.)
Alâ Ebu Dahîr, İz Yayıncılık, 2011.
David
Hirst, Silah ve Zeytin Dalı: Ortadoğu’da Şiddetin Kökenleri, İyidüşün
Yayınları, 2015.
Ilan
Pappe, Yeryüzünün En Büyük Hapishanesi: İşgal Altındaki Toprakların Tarihi,
Küre Yayınları, 2023.
Ilan
Pappe, Unutulmuş Filistinliler, Küre Yayınları, 2020.
Avi
Shlaim, Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası, Küre Yayınları.
Radvâ
Âşûr, Tanturalı Kadın, Ketebe, 2019.
Jean-Pierre
Filiu, Gazze Tarihi, Bilge Kültür Sanat, 2016.
“The
Nakba did not start or end in 1948”, el-Cezire, 23.5.2017, https://www.aljazeera.com/features/2017/5/23/the-nakba-did-not-start-or-end-in-1948
“Massacres
and the Nakba”, Al-Majdal Magazine, sayı 7, Güz 2000, https://www.badil.org/publications/al-majdal/issues/items/489.html.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder