ZAHİDE TUBA KOR İLE FİLİSTİN MESELESİ
NEDİR, NE DEĞİLDİR?
Röportajı yapan: Esma Kaleli
Yakîn dergisi, sayı 1
NOT:
Blogda yer alan 900 küsur http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html
linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Filistin halkının direnişi, geçmişi,
tarihi ve doğru bilinen yanlışları araştırmacı yazar Zahide Tuba Kor’a sorduk.
7 Ekim Aksa Tufanı nedir ve neden
yapıldı?
Filistin direniş tarihinin en başarılı
operasyonu ve İsrail’e yönelik en yıkıcı saldırısıdır. Gazze nüfusunun üçte ikisi
mültecidir; yani 1948’de İsrail’in fiili ve psikolojik savaşla ele geçirdiği
bölgelerden sığınanlar ve onların sonraki nesilleridir. Dolayısıyla 7 Ekim’de
yaşanan, Gazzelilerin 75 yıl evvel dedelerine ait olan topraklara geri dönme
çabasıdır.
Neden yapıldı sorunuza gelince, adı
üstünde, Mescid-i Aksa’yı savunmak için. Çünkü aşırı sağcı İsrail hükümetinin
hem Mescid-i Aksa hem de Batı Şeria’nın Yahudileştirilmesi hedefini
gerçekleştirmesine ramak kalmıştı. 2020’de BAE ve Bahreyn’le “İbrahim Anlaşması”
adı altında İsrail ile Arap dünyasını barıştırma, daha doğrusu geçmişte
gayriresmi ve gizli yürüyen ilişkileri resmiyete dökme sürecinde sona yaklaşılmıştı.
Eğer 7 Ekim yaşanmasaydı biz Ekim ayında Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesini,
bu sayede kurulacak yeni ticaret yollarını ve boru hatlarını vs. konuşuyor
olacaktır. Bu gerçekleşseydi Filistin meselesi adeta “tarihin çöplüğü”ne
atılacaktı. Çünkü İbrahim Anlaşması’nın mantığı, -ABD’nin Asya-Pasifiğe
odaklanmak için Ortadoğu’dan çekilmekte olduğu bir dönemde, Trump’ın damadının
mimarı olduğu “Yüzyılın Anlaşması”na boyun eğmeyen ve taraf olmayan-
Filistinlilerin yok sayılmasıyla, Amerikan müttefiklerinin uzlaştığı yeni bir
bölgesel düzen kurulmasıydı. İşte 7 Ekim’de Filistin direnişi, bizi yok sayamazsınız,
yüzyıldır Ortadoğu’nun en önemli meselesi biziz, Filistin-İsrail meselesi
çözülmeden yeni bir bölgesel düzen kuramazsınız dedi. Revizyonist Siyonist
Netanyahu hükümeti, bölge ülkelerini kendi safına çektiği bir ortamda Filistin
üzerindeki emellerini, yani MS 70’te Romalılarca yıkılan tapınaklarını Mescid-i
Aksa’nın bulunduğu yerde yeniden inşa ve Batı Şeria’yı ilhak sürecini
başlatmayı planlıyordu. Bunun önünde tek engel İsrail’i vuran füzeleriyle
Gazze’deki direniş olacağından Netanyahu hükümeti 2023 sonunda zaten Gazze’ye
kapsamlı bir saldırı düşünüyordu. İzzettin Kassam Tugayları, İsrail halkının Yahudi
bayramlar sezonunu kutladığı bir ortamda, beklenmedik bir saldırıyla orduyu ve
bütün güvenlik birimlerini dumura uğrattı. Gazze’den sorumlu bütün birlikleri
ve komuta kademesini ya öldürerek ya esir alarak saf dışı bıraktı. ABD’nin ve
İsrail’in bölge planlarını altüst ettiği gibi İsrail’in bütün acziyetini ve
vahşetini de dünyanın gözü önüne serdi. Gazze mahvoldu, ama İsrail de kolay
kolay iflah olamayacağı şekilde büyük bir darbe aldı.
İsrail-Filistin arasındaki çatışma
ortamının Aksa Tufanı üzerine başladığını öne sürüp Hamas’ı terör örgütü olarak
tanımlayanlar var. Peki gerçekte işin
aslı nedir?
Filistin-İsrail çatışması, Siyonist
çetelerin Filistin topraklarının yüzde 78’ini ele geçirmesiyle fiilen 76 yıl
evvel başladı; aslında İngiliz mandası altında çatışma daha da eskiye dayanır. 1967’de
bütün Filistin topraklarını işgali altına aldığından beri adım adım
Yahudileştirme politikası devam ediyor. Sadece 2023 yılı içinde Batı Şeria’da yirmiye
yakın köy, Yahudi yerleşimcilerin İsrail askerleriyle işbirliği içinde
Filistinli köylülere sürekli saldırılarıyla boşaltıldı. Dolayısıyla çatışmanın
durup dururken 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısıyla başladığını zannetmek, ya bölge
tarihine dair cahilliğin ya da ideolojik önkabullerin bir ürünüdür.
Hamas’ın terör örgütü olarak görülmesi
yeni bir şey değil. 1988’de resmen kurulduğundan beri İsrail ve Batı tarafından
böyle görülüyor. Son yıllarda bazı Arap ülkeleri de bu kervana katıldı. Sadece
Hamas değil, geçmişte İsrail’e karşı mücadele yürütmüş bütün ideolojik akımlar
ve silahlı hareketler terör örgütü sayılıyordu. Hatta bugün Filistinlilerin
meşru temsilcisi olarak görülen, Mahmud Abbas’ın başında olduğu FKÖ ve
geçmişteki lideri Yaser Arafat, 1990’lardaki Oslo Barış Süreci’ne kadar Batı’da
ve İsrail’de terörist kabul ediliyordu.
Dünyada müesses nizama isyan eden ve
direnen hareketlerin birçoğu, silahlı olsun veya olmasın, -farklı kesimlerce-
terör örgütü muamelesi görmüştür. Birinin özgürlük savaşçısı dediğini, diğeri
terörist sınıfına koymuştur. Kim terörist-kim değil tartışması, çerçevesi
belli, üzerinde ittifak edilmiş bir mesele değildir; siyasi çıkarlar ve tehdit
algılarıyla bağlantılıdır.
Hamas, aslen Müslüman Kardeşler
hareketinin Filistin kolu. Dini-toplumsal bir hareket olarak 1978’de ortaya
çıktı, Birinci İntifada’nın başında resmen bir direniş örgütüne dönüştü,
silahlı kanadı İzzeddin Kassam Tugayları 1992’de kuruldu. Geçmişte Filistin
direnişinin ana aktörü el-Fetih ve FKÖ’nün Lübnan’dan Tunus’a sürülerek
zayıflatıldığı ve 1990’larda İsrail’le barışa razı edildiği bir ortamda Hamas
direnişin bayraktarlığını ele aldı. 2005’te siyasete girmeyi kabul etti. Ocak
2006 seçimlerinde Filistin halkının %60’ının oyunu aldı. Kısaca bugün Hamas
siyasi, dini, toplumsal ve silahlı bir harekettir.
İsrail tüm dünyanın gözü önünde
yüzlerce savaş suçu işlerken hala batı dünyası tarafından desteklenmesinin
olası sebepleri nelerdir?
İsrail zaten Batı tarafından, özellikle
Protestan (İngiliz ve Amerikan) aklı, parası ve gücüyle kurulup ayakta
tutulmuştur. Batı’nın şımarık çocuğudur. İsrail ilk kez savaş suçu işlemiyor;
tarihi savaş suçlarıyla doludur. Ancak ABD’nin tam diplomatik himayesi altında
olduğundan herhangi bir yaptırımla karşılaşmıyor.
Ayrıca bugün Gazze’de İsrail’in
işlediği katliamlara şaşırmamız bana çok garip geliyor. Benzerleri daha yakın
dönemde Irak ve Afganistan’da ABD, Suriye ve Ukrayna’da Rusya tarafından
gözlerimizin önünde işlendi. Ama tabii bunları görmek istemedik, görenlerin de
sesleri ve tepkileri çok cılız kaldı. Daha da geçmişe gidersek, ABD’nin
kuruluşu ile İsrail’inki birbirine benzerdir; hatta ABD’ninki daha da kanlı ve
vahşidir. Maceracı, fırsatçı, hapishane kaçkınları da dahil Amerika kıtalarına
giden sömürgeci-yerleşimci Avrupalılar, “medenileştirme misyonu” kisvesi
altında yerli halkların soylarını kırıp oraları kendilerine “vatan” kıldılar.
Siyonist proje de sömürgeci ve yerleşimci bir proje olması, yerli halkın çoğunu
sürüp atması bakımından benzerdir. Kendisi hem uzak hem de yakın geçmişte
sayısız savaş suçları işlemiş Batı’nın, kendi eliyle kurduğu ve ayakta tuttuğu İsrail’in
işlediği savaş suçlarına karşı çıkması beklenemez.
Bu arada bütün genellemeler
haksızlıklar barındırır. Batı kategorisi de böyledir. Batı’da İsrail’e karşı
çıkan ve yıllardır mücadele yürüten birçok grup var. Boykot-Tecrit-Yaptırım
(BDS) hareketi 2005’te yine Batı’da kuruldu. Devletler ile halklar arasında
ayrım olduğu gibi, devletler arasında da farklı tutumlar mevcut; mesela İspanya
sonuna kadar Filistin yanlısı.
Filistin meselesi üzerinde Müslüman
ülkeler ve Ortadoğu neden birlik olamıyor ve de birleştirecek olası unsurlar
nelerdir?
Çünkü her ülkenin kendi menfaatleri ve
tehdit algıları var. Ve bazı ülkelerin menfaatleri ve tehdit algıları, 2011’den
sonra başlayan halk ayaklanmaları ve bölgedeki siyasi değişim ihtimali
karşısında İsrail’inkiyle örtüştü. Tam da bu nedenle ilk meyvesi 2013 Sisi
darbesi olan Körfez-İsrail yakınlaşması, 2020’de İbrahim Anlaşmalarıyla
taçlandı. Bölge, koltuğunu İsrail’in desteğine borçlu liderlerle dolu; Suudi
Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi bunun baş
örnekleri. Ayrıca Ortadoğu’da artık genç liderler kuşağı var ve bu gençler
Arap-İsrail savaşları döneminde büyümediler. Onlar, bu konuya babaları gibi
bakmıyor, hatta Filistin’i bir ayak bağı olarak görüyorlar. Bölge rejimlerinin
birçoğu, “Arap Baharı”nın da etkisiyle Müslüman Kardeşler’i (ki Hamas da bu
ekoldendir) kendilerine yönelik baş tehdit olarak görüyorlar. Aralarında yıllardır
İsrail’e Hamas’ı yok etmesi için saldırmasını telkin edenler bile var. Eğer
Arap ve İslam ülkeleri İsrail’e karşı birlik olabilseydi İsrail soykırıma girişemezdi.
2012 Kasım’ında İsrail Gazze’ye bir
haftalık savaş açtı. O dönem Mısır’da Muhammed Mursi cumhurbaşkanıydı.
İsrail’in vururum tehdidine rağmen Arap ülkelerinin ve Türkiye’nin dışişleri
bakanları Refah sınırında geçerek Gazzelilere destek çıktı. İsrail onları vuramadığı
gibi, Filistinlilerin en avantajına olan ateşkese razı oldu. Ama ondan bir ay
sonra Mısır’da darbeye giden sürecin taşları döşenmeye başladı. Şunu demek
istiyorum: İsrail ne zaman bölgede bir birlik ihtimali doğsa onu sabote
etmiştir, çünkü bunu kendisine yönelik bir tehdit saymıştır.
Kurulumuna Kral Faysal’ın öncülük
ettiği ve kuruluş amaçlarından birinin Müslümanlara karşı olası tehditlerde
petrol ambargosu uygulamak olan OAPEC’i elindeki gücü kullanmaktan alıkoyan
nedir?
Kral Faysal’ın akıbeti. Bu kararı
aldırdıktan 5 ay sonra suikastla öldürüldü… Aslında az evvel anlattıklarım bu
sorunun da cevabı niteliğinde. BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn gibi Körfez
ülkelerinin çıkarı İsrail’le ortaklığı gerektiriyor. Filistin onlar için artık bir
anlam ifade etmiyor. Körfez’in parası ile İsrail’in know-how’ı birleşerek
yepyeni bir döneme geçilecekti. 7 Ekim Aksa Tufanı, hayallerini bir süreliğine
de olsa suya düşürdü.
Yaygın olarak ortaya sunulan “Arapların
Osmanlı’yı arkasından vurduğu” tezinin aslı nedir? Araplar bizi sattı mı?
Şerif Hüseyin isyanına katılan Araplar sadece
birkaç bin kişiydi, başarısız oldukları için İngilizler esir aldıkları birkaç
bin Arap Osmanlı askerlerini daha bunlara kattı; buna mukabil Osmanlı safında
savaşan Arapların sayısı on binlerce, hatta belki yüz binlerceydi. (İngiliz
arşiv belgelerinde bu isyancıların ne denli beceriksiz ve işe yaramaz olduğu yazar.
David Fromkin’in Barışa Son Veren Barış kitabında bu isyan çok iyi
anlatılır, okumanızı tavsiye ederim.) Şerif Hüseyin isyan ettiğinde Arap
halklarının çok geniş bir kesimi buna karşı çıktı ve katılmadı, hatta onu hain
olarak gördü. Ama isyan, hem Sykes-Picot Anlaşması’na rağmen Doğu Akdeniz’i
Fransızlara kaptırmak istemeyen İngilizlerin çıkarları gereği kamuoyu önünde
abartıldı, hem de Osmanlı sonrası Batılılarca kurulan yeni devletlerin
önderlerinin ve daha sonra Arap milliyetçisi kesimlerin bir kahramanlık
hikayesine duydukları ihtiyaç nedeniyle köpürtüldü.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere,
Fransa, İtalya, Çarlık Rusya’sı yani Batı’nın başat aktörleri Osmanlı ordusuna arkadan
değil, doğrudan saldırıp yüz binlerce askerimizi şehit ettiği halde bunu dile dolamadık;
savaştan sonra Batı’yla düşmanlığı bırakıp hem hayat tarzı hem hukuk sistemi
olarak onu kendimize bir rol model olarak aldık. Ama İngiliz altınlarıyla satın
alınan birkaç bin Arap’ın isyanını -sanki geniş bir kitle katılmış gibi-
dilimize pelesenk ettik. Bütün bunlar, yeni Cumhuriyet’in ideolojik yönelimini
meşrulaştırmak, Osmanlı-İslam geçmişinden kurtulmak ve bölgeyle aramıza kalın
bir çizgi çizmek için abarttığı bir söylemdir.
İsrail’in Filistin işgalini haklı
göstermek isteyenlerin başvurduğu savunmalardan en çok konuşulanı “Arapların
topraklarını satması” meselesi, Filistinliler gerçekten topraklarını sattılar
mı?
Evet, satan tabii ki var. Ama
toprakların en fazla %2’si satılmıştır. Filistin’e toplu Yahudi göçleri
1880’lerde başlıyor; Siyonistlerin toprak satın alımı ile ilgili kurumları
1900’lü yılların başında kuruluyor. 1917 sonunda İngiliz işgaline kadar
Filistin’de Yahudi nüfus sadece %8 ve ellerindeki topraklar %2. Osmanlı
yıkıldıktan sonra burada İngiliz mandası kuruluyor. Osmanlı devlet toprakları
İngilizlere geçiyor. İngilizler Siyonistlerin toprak alımını kolaylaştırdığı
halde 30 yıla yakın süren İngiliz manda döneminin sonuna doğru (1947
Kasım’ında) Yahudi nüfus %30’a, ellerindeki topraklar %6,5’a çıkıyor. 29 Kasım
1947’de BM’den Filistin’i taksim kararı çıkıyor. Kararda toprakların %56’sının
Yahudi devletine, kalanının Arap devletine verilmesi, Kudüs ve çevresinde
uluslararası bir yönetim kurulması öngörülüyor. Oysa buralarda hala
Filistinliler yaşıyor. İşte bu karardan sonra altı ay sürecek iç çatışmalar ve
ardından başlayan ilk Arap-İsrail Savaşı sonucunda İsrail kanla Filistin
topraklarının %78’ini ele geçiriyor. 1967’de Altı Gün Savaşı’nda topraklarını
üç kat genişletirken Filistinlilerin yaşadığı diğer %22’lik kısmı da işgal
ediyor. Kısaca İsrail Filistin topraklarının kahir ekseriyetini kan dökerek ele
geçirmiştir.
Filistin meselesinde bireysel olarak
bize düşen görevler nelerdir, biz neler yapabiliriz?
Önce bilmek, öğrenmek gerekir. Bilmeden
bilinç sahibi olunmaz, büyük davalar üstlenilmez, üstlenilse de başarıya
ulaşılmaz. 7 Ekim, Filistin’i ne kadar bilmediğimize, sahanın gerçeklerinden ne
kadar habersiz olduğumuza ayna tuttu. O yüzden hep sizleri İslam’ın ilk emrine
davet ediyorum: “Oku!” İkincisi, ikna edici ve doğru söylem üretebilme
becerisine kavuşmamız lazım. Sosyal medyada hem ülke içine hem de dış dünyaya
hitap edebilecek her kesime ayrı propaganda faaliyetine girişmeliyiz. İsrail’in
ve Siyonist lobinin gerçek dışı söylemlerinin altını hakikatlerle oymalıyız.
Üçüncüsü, görsellik üzerine kurulu bir devirdeyiz. Etkili belgeseller üretmeyi
önemsiyorum. Dördüncüsü, Yahudiler ancak parayla yola getirilebilir. Bu
bağlamda kapsamlı bir boykot çok önemli. Batı’da 2005’te kurulan BDS hareketi
başarılı bir modeldir; bunu örnek alabiliriz. Ayrıca Siyonistlerin ve
destekçilerinin ürettiklerinden daha iyisini üretmeliyiz ki onlara mecbur ve mahkûm
kalmayalım. Beşincisi, Müslüman’ın en önemli silahı duadır, bunu hiç
bırakmayalım. Altıncısı, eylemlere gidin, ama sadece bağırmak, slogan atmak işe
yaramaz; eylemlerde elinize bir Filistin kitabı alıp okuyun veya kulağınıza
kulaklık takıp Filistin’le ilgili bir konuşma dinleyin. Tek başına sloganla,
gazla veya Siyonistlere bedduayla Filistin kurtulacak olsa, şimdiye kadar bin
defa kurtulurdu. Bu noktadan hareketle yedinciye gelelim. Tunus’un 2011-2014
yılları arasındaki Cumhurbaşkanı Munsif Merzuki, otobiyografisinde şöyle der: “Peki
ama mağlup olduğumuz gerçek savaşı –medeniyet, yani ilim ve amel savaşını–
kazanamazsak siyasî mücadeleden nasıl galip çıkacağız?” Merzuki, babasının
şu sözleriyle gençliğinde siyasetten vazgeçip doktor olduğunu anlatır: “Milletimizin
siyasetçilerden çok daha fazla büyük doktorlara, bilim adamlarına,
mühendislere, filozoflara ve mütefekkirlere ihtiyacı var. Eğer ki Arapçılığa ve
Tunus’a bağlılığını ispatlamak istiyorsan bunu ilmî başarılarınla
göstermelisin. Yahudilere bak. Onların gücü, her ferdinin ulaştığı ilmî ve
meslekî seviyesinden geliyor.” (Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap
Dünyasının Krizleri, sf. 12-13) Babasının bu sözleri son derece doğru.
Dolayısıyla var mısınız ilmî cihada? Son olarak İzzettin Kassam Tugayları,
düşmanı İsrail’in hem başarısının sırlarını hem de zafiyet noktalarını çok iyi
çalışmış. 7 Ekim’den itibaren düşmanını düşmanının silahıyla vurdu, hem de her
alanda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder