17-22 MAYIS’TAKİ LÜBNAN ZİYARETİMDEN KISA NOTLAR
Zahide Tuba Kor
NOT:
Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden
toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki
şahsıma ait bütün yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek
şartıyla kullanabilirsiniz.
17-22 Mayıs tarihlerindeki Lübnan ziyaretimde beni etkileyen ve
üzerinde tefekkür etmeme vesile olan kişileri, olayları ve eserleri kısa kısa
sizinle paylaşmak istiyorum.
1. Ziyaretimizin ilk durağı, 2007’de dışarıdan sızan çoğu yabancı
birkaç yüz militan yüzünden Lübnan ordusunun düzenlediği operasyonla neredeyse
yerle bir ettiği Filistin mülteci kampı Nehru’l-Barid idi. Kampta yaşayan on
binlerce Filistinli can havliyle diğer kamplara sığınmış ve her şeylerini
yitirmişlerdi. Aradan geçen 16 yılda kampın önemli bir kısmı yeniden inşa
edilse de evlerine geri dönen Filistinlilerin çoğu eski maddi düzeyine
gelememiş.
Hem kamptaki yardım derneğinin yetkilisi hem de Arsal’da Suriyeli
mültecilerle ilgilenen bir başka derneğin başkanı dedi ki “Ramazan’da bile çok
az yardım gelmişti. Tam da dünya bizi tamamen unuttu diye düşünürken sizin
buraya gelip de yardım dağıtacağınızı duyunca çok şaşırdık. Demek ki Türkiye’deki
kritik seçimlere ve yaşanan depreme rağmen Türkler bizi unutmamışlar dedik ve
çok duygulandık.”
Bu arada sizlerin yaptığı bağışlarla 550, İHH’nın da kendi
hesabından yaptığı ilave katkıyla birlikte toplamda 1500 Filistinli, Suriyeli
ve Lübnanlı muhtaç aileye 6 mülteci kampı ve 2 mahallede gıda kolisi
dağıttığımızı belirteyim. Katkıda bulunan herkese teşekkür ederim.
2. Lübnan kitabımı güncellemek maksadıyla yaptığım bu seyahatte birçok
değerli kişiyle de röportajlar yaptım. Ama beni en çok etkileyen, çatışma
çözümü ve barış inşası uzmanı arabulucu Dr. Fadi el-Haccar idi. Kendisi bir âmâ
olsa da uzun yıllardır Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın tüm savaş bölgelerinde
çatışan bütün taraflara çözüm için seminerler ve eğitimler veriyor,
arabuluculuk yapıyormuş. Suriye ve Lübnan odaklı yönelttiğim sorularda analizleri
o kadar isabetli ve sağlamdı ki şunu bir kez daha idrak ettim: Kim demiş görme
organı sadece gözlerdir diye; Dr. Fadi analizlerinde hiç görmeyen gözleriyle
nice gözleri görenden çok daha başarılıydı. Gözlerimizin ve görme yetimizin varlığı
hakikati görebildiğimiz anlamına kesinlikle gelmiyor, hele de ideolojik
gözlüklerle ve saplantılarla kendi kendimizi kör ettiysek...
3. Lübnanlıların Türkiye sevgisine bir kez daha şahit oldum. Sadece
Sünniler değil, görüştüğüm Dürzi’sinden Hristiyan’ına kadar herkes Türkiye’ye
sevgisini ve ilgisini dile getirdi, liberal kanattan bir Ermeni milletvekili
bile. Burayı ikinci evin say ve her geldiğinde mutlaka uğra diyen önemli bir Dürzi
din adamı bile oldu.
Tam iki seçim arası gittiğim için Lübnanlı, Suriyeli ve Filistinli
hemen her görüştüğüm kişinin ilk sorularından biri bizdeki seçimlerdi ve Türkiye’de
yaşananları çok yakından takip ediyorlardı. Özellikle Sünniler seçimlerin ilk
turda sonuçlanmamasını ciddi dert edinmişlerdi. Lübnan’daki seçimleri Türkiye’deki
seçimler kadar büyük bir heyecanla izlemedikleri aşikârdı.
Başta Diriliş Ertuğrul olmak üzere gücümüzü abartan Türk dizilerinin
sadece Türkçe öğrenmelerine vesile olmakla kalmayıp bizi ancak Türkiye kurtarır
beklentisine girmelerine de yol açtığını tekrar görmüş oldum. Üzerimizdeki
sorumluluğun büyüklüğü altında bir kez daha ezildim. İçimden keşke Türkiye’de
kendilerine dair bilginin ve ilginin ne kadar düşük olduğunun farkına varsalar
da hayal kırıklığına uğrayacak derecede beklenti içinde olmasalar diye geçti,
ama tabii ki yüzlerine söyleyemedim.
4. Türkiye’deki depremler, yıkım ve can kaybı olmamakla birlikte
Lübnan’ı da çok şiddetli vurmuş. Filistinli, Suriyeli, Lübnanlı kime sorsam
depremi ne kadar ürkütücü bir şekilde hissettiklerini anlattılar. Beddavi
Mülteci Kampı’ndaki kliniğin Filistinli başhekimi, kendisiyle yaptığım
röportajda depremlerden sonra psikolojik destek almaya en çok Suriyelilerin ve
Filistinli Suriyelilerin geldiğini söyledi.
Biz İstanbul’da Maraş ve Hatay depremlerini hiç hissetmezken Suriye
ve Lübnan’ın depremi bütün şiddetiyle yaşaması zihinlerimizde
kutsallaştırdığımız ulus-devlet çizgilerinin ilahî düzlemde hiçbir anlam ifade
etmediğinin çarpıcı bir kanıtı aslında. Çizilen sınırlara rağmen nasıl ki
Suriye’deki savaş ve istikrarsızlık Türkiye’yi, Lübnan’ı ve diğer komşu
ülkeleri doğrudan etkilediyse, Türkiye’deki depremler de Mısır’a kadar
güneyimizdeki toprakları etkiledi ve hatta güvenli bölge diye düşünerek Suriye’nin
kuzeyine sığınanlardan binlercesinin canını aldı.
5. Lübnan kitabımı yazarken 14 sene evvel ilk ziyaretimi
gerçekleştirip eski bir başbakan da dahil siyasetçiler, akademisyenler ve
gazetecilerle röportajlar yapmıştım. Aradan geçen süre zarfında güncel
siyasetin sığ sularından kurtulup konulara daha derin ve çok-boyutlu bakabilmem
sayesinde mi bilmiyorum ama bu seferki röportajlarda Lübnanlıların entelektüel yüzünü
ve özellikle önemli ailelere mensup olanların ne denli iyi eğitimli olduklarını
keşfettim. Bir Osmanlı münevveri olan Emir Şekib Arslan’ın Klasik Yayınlarından
çıkmış “İttihatçı Bir Arap Aydınının Anıları” kitabını okurken çok yönlü
kişiliği, bilgisi ve kültürü karşısında şaşkınlık ve hayranlık duymuştum. Bu
Lübnan ziyaretimde onun modern versiyonlarını karşımda buldum.
Dürzilerin en önemli siyasi lideri Kemal ve Velid Cumbulat’ın
malikânesini ve devasa kütüphanesini gezerken siyasi yüzünü bildiğim ailenin bu
denli entelektüel olduğunu, bilime ve sanata ilgi duyduğunu şaşkınlıkla gördüm.
Onların ezeli rakibi Arslan ailesinden aynı zamanda bir insan hakları aktivisti
olan Dürzi prenses Hayat Arslan’la müze haline getirdikleri malikânesinde
röportaj yaparken karşımda adeta “İstanbul hanımefendisi” denilen tipolojiyi
buldum.
6. 20. yüzyılda bir Hristiyan şehrine dönüştürülen, geçmişte nüfusu
neredeyse tamamen Müslüman olan Cübeyl (Biblos)’in en önemli Müslüman lideri
Gassan Lakkis’i ziyaret ettim. Siyaset üstü tarafsız kişiliğiyle Lübnan’daki bütün
dini ve siyasi grupların büyük hürmet duyduğu, yürüttüğü ince diplomasiyle iç
savaş sırasında Hristiyan milislerin eline düşen nice insanı ölümden ve
Müslümanlara ait camiyi de tavernaya dönüşmekten kurtaran, iç savaşı
sonlandırmak için yabancı diplomatların arabuluculuk girişimlerini evinde
yürüttüğü Lübnan çapında önemli bir Sünni şahsiyetti. Hristiyanlaştırılan Cübeyl
şehrinin geçmişte el konmuş Müslümanlara ait tarihî vakıf eserlerini 2000’li
yıllarda ihyaya ve yeniden inşaya girişmesi üzerine nasıl bir anda ‘terör
destekçisi’, ‘IŞİD’çi’ gibi sıfatlarla itibar katliamına uğradığının hikâyesini
dinledim. Terör yaftasının nasıl siyasi ve dinî mücadelelerde ucuz ve etkili bir
silah olarak kullanıldığının çarpıcı bir örneğiydi.
7. 2009’daki ziyaretimde lüks dükkânları ve kafeleriyle başkent
Beyrut’un en canlı mekânı olan, meclis binasının da bulunduğu Necm (Yıldız)
Meydanı bu gidişimde askerler ve bizim gibi birkaç turist dışında bomboştu.
Önce 2019 Ekim’inde başlayan protestolar, ardından 2020 Ağustos’undaki Beyrut
Limanı patlaması yüzünden çok uzun süre insanların girişine tamamen kapatılan
bu meydana bütün giriş-çıkışlar güvenlik bariyerleri ve askerlerle doluydu.
Meydanı acı içinde gezdim. Sadece iki dükkân açıktı, biri küçük bir bakkaldı.
Liman patlamasında içindeki her şeyin devrildiği ve kırıldığı dükkânlardan
bazıları tamir edilse de bazıları ilk olay anındaki gibi aynen duruyordu.
Bu arada Lübnan’da şehir şehir gezerken yollarda onlarca güvenlik
barikatından ve kontrol noktasından geçtik. Sadece bunlar bile siyasi ve
iktisadi krizle birlikte Lübnan’ın içine düştüğü güvenlik zafiyetinin boyutunu
gösteriyordu. Lübnan’ın şu an cumhurbaşkanı da, hükümeti de yok. Mahkemeler
birkaç yıldır kapalı. Yani yasama, yürütme ve yargı erkleri çalışmıyor. Ekonomi
tamamen çökmüş durumda; Lübnanlılar bankalardan paralarının küçük bir kısmını
çekebiliyor. 2018’de 1 dolar 1500 Lübnan lirasıyken ben gittiğimde 1 dolar
94.000 liraya tekabül ediyordu. Nisan’da ise dolar rekor kırıp 140.000 liraya
kadar çıkmış. Lübnan parasının aşırı değer kaybı ve enflasyon karşısında maaşlar
iyice düşmüş durumda. Ulaşım pahalı olduğundan memurlar haftada sadece 1-2 gün
işe gidiyor; kalan zamanda başka işler yapıyorlar. Orta sınıfın büyük ölçüde
eridiği ülkede halkın %70’i fakirlik sınırında yaşıyor (Filistinli ve Suriyeli
mültecilerde bu oran %90’larda). Artık Lübnan’da para birimi olarak büyük
ölçüde dolar kullanılıyor. İthalata bağımlı ülkede Merkez Bankası’nın döviz
rezervi kalmadığı için yıllardır elektrikten ilaca en temel ihtiyaçlar bile doğru
düzgün temin edilemiyor. Maddi durumu iyi olanlar jeneratörle kendi elektriğini
üretirken diğerleri karanlıkta yaşıyor. Sağlık sistemi neredeyse çökmüş
durumda; tedavi masrafını dolarla ödeyemeyen hastalara bakılamıyor. Ve bu
şartlar altında imkân bulan herkes, özellikle de gençler ülkeden ayrılıyor;
ciddi bir beyin göçü yaşanıyor.
8. Lübnan’ın kuruluşu ve kurgulanışı hep kriz üretme potansiyeli
taşıyageldi. 80 yaşındaki bu ülkenin tarihi ve bugünü, hem din ve mezhep
temelli siyasi sistemi hem de küresel ve bölgesel güçlerin mücadele sahası olması
nedeniyle birçok çatışma, kriz ve istikrarsızlıkla dolu. Entelektüel seviyesi
yüksek onca insanına rağmen bugün ülkenin her bakımdan çökmüş olması
kuruluşundan itibaren var olan ve bir türlü ıslah edilemeyen sistemsel
problemlerinin ve son on yılda Ortadoğu’da yaşanan kutuplaşmaların bir
yansıması. Ama aynı zamanda Lübnanlı yöneticilerin kanuna-kurala ve Anayasa’ya
riayet etmemesinin bir ürünü. Yine dini-mezhebi temelde bölünmüş ülkede ortak
iş yapma kültürünün olmayıp Lübnanlıların hep bireysel başarılara imza
atmasının bir neticesi. Bugün Lübnan nüfusunun üç katı Lübnanlı yurtdışında
yaşıyor ve birçoğu alanlarında çok başarılılar; ama ülkelerindeki sistem gereği
aynı başarıyı ortaya koyamıyorlar.
9. Bugün Lübnan nüfusunun %20-25’i Suriyeli ve Filistinli mülteci.
Mülteci kamplarında çok büyük bir sefalet yaşanıyor. Bunu ileride ayrı bir post
olarak sizinle paylaşacağım.
10. Lübnan’dan döndükten bir hafta sonra Tunus’a da gittim. Dikkatimi çeken bir husus, Lübnanlı ve Tunuslu gençler ile Türk gençlerin kıyafet tarzlarının şaşırtıcı benzerliğiydi. Bu da küresel modadan ve tüketim kültüründen nasıl etkilenildiğinin, tektip insanlar türetildiğinin, kendi zevkimizi ve tarzımızı üretemediğimizin çarpıcı bir göstergesi. Kendi kıyafet tarzını ve modasını üretemeyen toplumlar kendi fikirlerini üretebilirler mi? Benim fikrim ve benim tarzım zannettiklerimiz acaba ne kadar bana ait diye sorgulamamızın vakti çoktan geldi de geçiyor.
11. Lübnan ziyaretimde önemli tarihî eserleri de gezdim. Beni en
çok etkileyen, Fenikelilerden Romalılara 5000 yıllık geçmişiyle “dünyanın en
görkemli tapınak şehri” kabul edilen Baalbek harabeleriydi. Antik çağın Roma’dan
sonraki en önemli dinî merkezi kabul edilen bu şehirde Jüpiter Tapınağı’ndan geriye
kalmış 2 metre çapında ve 22 metre yüksekliğinde kim bilir kaç tonluk devasa
sütunlar vardı. Hemen karşısındaki 18 metre yüksekliğinde onlarca taş oyma
sütunlarıyla Baküs Tapınağı neredeyse tamamen ayaktaydı. Bu sütunların Mısır’dan
Baalbek’e denizi, çölü ve dağı aşıp nasıl getirildiği ve bu tapınakların nasıl
inşa edildiği bir muamma. Tıpkı tarihteki nice büyük eserin nasıl inşa
edilebildiğine hala akıl sır ermediği gibi.
Baalbek’i gezerken teknolojiye bağımlı yaşayan modern insanlar
olarak fazlaca kibirli olduğumuzu ve geçmişi çok hafife aldığımızı bir kere
daha fark ettim. Öte yandan nice güçlü medeniyetin bile tarih sahnesinden
çekildiğini ve muazzam eserlerinin birer harabeye döndüğünü ibretle izledim.
Yine insanoğlunun tarih boyunca inşa ettiği en hayret verici
eserlerin çoğunlukla dinî karakter taşıdığını, ya tapınak/ibadetgâh ya da -Mısır
Piramitleri gibi- tanrı kralların mezarları olduğunu hatırladım. Dünyevi dinler
adeta kendilerini ispat etmek istercesine akıl almaz büyüklükte eserler inşa
ederken, ilahî bir din olan İslam’ın en kutsal mekânı Kâbe’nin üzeri siyah
örtüyle örtülü küçücük bir küp binadan ibaret olmasının ve Hz. Peygamber’in
kabrinin de son derece mütevazı bir mescitte bulunmasının manasını tefekkür
ettim. Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ, sürekli kendi yarattığı yeryüzüne,
tabiata, kâinata vurgu yaparak inanmayanlara meydan okuyor; yani Allah’ın
yüceliğinin ve kudretinin tecelligâhı, görkemli binalar değil, içinde
yaşadığımız dünya ve kâinat. İslam’da bütün yeryüzünün bir mescit sayılması da boşuna
değil.
Peki modern Müslümanlar olarak tabiatla ilişkimiz nasıl? Konfor
alanımızı genişletmek için çevreye, tabiata verdiğimiz her zararın Allah’ın
ayetlerine (varlığının delillerine) açtığımız bir savaş olduğunun farkında mıyız?
Tabiat, Allah’ın tecelligâhıdır, biz modern insanlar tepe tepe kullanalım diye
sunulmamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder