İMPARATORLUKLARIN ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYATI
Robert D.
Kaplan (Dış Politika Araştırma Enstitüsü
(FPRI) Robert Strausz-Hupé Jeopolitik Kürsüsü Başkanı)
16 Ekim 2020,
National Interest
Tercüme
ve editoryal katkı: Zahide Tuba Kor
NOT: Bu özet tercüme Fikir Turu web sitesinde 22.10.2020 tarihinde yayınlanmıştır. https://fikirturu.com/jeo-strateji/imparatorluklarin-olumden-sonraki-hayati/
İngilizcesi
“The Afterlife of Empire” başlığıyla yayınlanan yazının tamamını okumak
için TIKLAYINIZ.
NOT:
Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle
rica olunur.
Özet: İmparatorluklar
ve emperyalizm öldü mü gerçekten? Çin, Rusya ve ABD’nin eylemleri neden
emperyal nitelikte? İmparatorlukla arasında ahlaki denklik olur mu? Emperyal
güçler kendi iç ekonomilerini nasıl uluslararasılaştırıyorlar?
İmparatorluk, günümüzün modern ulus-devlet
insanı için karanlık bir kavram. Hele de 16. yüzyıldan itibaren Batı
sömürgeciliğinin pençesine düşmüş dünya halkları için imparatorluk kavramı,
emperyalizm ile birleştiğinde daha da ürpertici bir hal alıyor. Peki,
imparatorluklar gerçekten tarihin derinliklerinde kalmış, modası geçmiş, kötü
bir yönetim modeli mi?
Önde gelen jeopolitikçilerden Robert D.
Kaplan’a göre değil. Yıllardır kaleme aldığı birçok makalesinde ‘tarih boyuncaen doğal yönetim biçimi’ olarak gördüğü imparatorlukların
günümüz devletler sisteminden daha barışçıl ve istikrarlı bir yönetim modeli
sunduğunu savunuyor. Mesela altı sene evvel The Atlantic dergisinde
yayınlanan “İmparatorluğu Savunma Adına” başlıklı yazısı imparatorluklara bakışının bir
özetiydi.
Kaplan şöyle diyordu: “Tarih boyunca
yönetişim ve nispi güvenlik, gerek Batı’da gerekse Doğu’da imparatorluklar
eliyle sağlandı. (…) İmparatorluklar, -etnisite, kabile ve mezhep savaşlarının
yol açtığı anarşiyi asgari düzeyde tutmak suretiyle- binlerce yıldır en tehlikesiz
yönetim şekli olarak tebarüz etmişti. Emperyalizmle karşılaştırıldığında
demokrasi yeni ve belirsiz bir olgu. (…) Anarşi ile tam devlet kontrolü
arasında bir yerde duran emperyalizm, aslında gevşek ve kabul gören bir
egemenlik şekliydi. (…) İmparatorluklar, Birleşmiş Milletler’in (BM) şimdiye
kadar sağladığı ve muhtemelen bundan sonra da sağlayabileceği barış ve
istikrardan katbekat fazlasını tesis ettiler.”
16 Ekim’de National
Interest’te yayınlanan “İmparatorlukların Ölümden Sonraki Hayatı”
başlıklı makalesinde büyük güç çatışması çağına girerken, yeni jeopolitiğin
belirleyici bir öğesi olarak emperyalizmin perde arkasında pusuda beklediğini
anlatıyor ve günümüz dünyasının emperyal gerçekliğini ortaya koyuyor.
Avrasya Grubu direktörü ve Yeni Amerikan Güvenliği
Merkezi kıdemli araştırmacısıyken geçtiğimiz aylarda Dış Politika Araştırma
Enstitüsü (FPRI) Robert Strausz-Hupé Jeopolitik Kürsüsü başkanı olan ve çeşitli
dillerde yayınlanmış 19 kitabı bulanan Robert D. Kaplan emperyalizmin daha önce
hiç bugünkü kadar kınanmadığını, imparatorlukların ‘günümüz küresel dünyasında
hiçbir geleceği yok’ diye düşünüldüğünü hatırlatarak yazısına başlıyor:
“İmparatorluk, daha ziyade ırkçılığın
dünya-tarihsel yüzünü temsil eder hale geldi. Peki acaba imparatorluk gerçekten
de karanlık bir çağa mı mahkum edildi? Resmî bakımdan hiç şüphesiz; (…) ama
işlevsel ve operasyonel anlamda -hele de büyük güç çatışması çağına girerken-
emperyalizm, kabullenilmesi zor olsa da, jeopolitiğin kurucu bir ilkesi olarak
perde arkasında pusuda bekliyor.”
Kaplan, günümüzde küresel egemenlik için
mücadele eden üç ana rakibin sınırları ötesindeki eylemlerini, ismen olmasa da,
özü itibarıyla emperyal görüyor. Çin, Rusya ve ABD’nin eylemlerinin neden
emperyal nitelikte olduğunu şöyle açıklıyor:
“Doğudan batıya doğru giden Çin’in Kuşak
ve Yol İnisiyatifi, İngilizlerin Doğu Hindistan Şirketi’nin ters yönlüsü. Kuşak
ve Yol İnisiyatifi’nin Avrasya boyunca uzanan karayolları, demiryolları, boru
hatları ve limanlar ağı jeopolitik, ticari ve askeri -yani imparatorluk-
mantığına dayalı olup Ortaçağ Tang ve Ming hanedan imparatorluklarının izini
takip ediyor. Rusya’nın Baltık ülkeleri ve Beyaz Rusya’dan Balkanlar ve
Ukrayna’ya, oradan da Doğu Akdeniz’e kadar uzanan ‘Yakın Çevre’sindeki
ülkelerin altını oyma teşebbüsleri, düpedüz Sovyet imparatorluğunun ve gölge
bölgelerinin dış hatlarını yeniden yaratmaya yönelik bir girişim. Bu arada ABD,
kırılgan da olsa Avrupa ve Uzak Doğu’da on yıllardır mevcut ittifak yapılarını
sürdürüyor; Ortadoğu ve diğer yerlerdeki askeri üslerinden bahsetmeye bile
gerek yok. ABD, deniz aşırı bölgelerdeki meydan okumalar ve hayal kırıklıkları
bakımından emperyalvari bir konumda ve ancak ve ancak modern tarihin diğer
dünya imparatorluklarıyla kıyaslanabilir, tıpkı İngiliz ve Fransız imparatorlukları
gibi.”
Ahlaki imparatorluk olur mu?
Kaplan, demokratik ABD ile otoriter Çin ve
Rusya arasında ahlaki bir denklik kurmanın hiç uygun olmadığı kanaatinde.
Tarihten de örnekler vererek ahlakilik konusunu şöyle ele alıyor:
“Küresel çatışma tarihi, çoğu zaman rakip
imparatorluklar arasında büyük ahlaki farklılıkları ön plana çıkardı. Roma, tüm
kötülükleriyle birlikte, çağının en aydınlanmış imparatorluğuydu. Habsburg ve
Osmanlı imparatorlukları, kayda değer kozmopolitliği ve azınlıkları açıkça
korumasıyla, aslında Birinci Dünya Savaşı’ndaki hasmı olan -şiddetli
antisemitizmi coşkuyla benimsemiş- Çarlık Rusya’sından çok daha aydınlanmıştı.
Aşikar kusurlarına rağmen İngiliz imparatorluğu, -en azından- Hitler’in
Fransa’dan Rusya’nın kalbine kadar uzanan yeni ve soykırımcı hakimiyetinden çok
daha üstün bir yapıydı. Temel ahlak söz konusu olduğunda imparatorluklar,
savaşta ve birbirleriyle rekabette genellikle bambaşka olagelmiştir.”
Günümüz emperyal rekabeti
Yazara göre, emperyal gerçekliğin özü,
küresel güç dağılımındaki derin eşitsizlikte saklı ve bu açıkça çağımızı da
tanımlıyor. Günümüz emperyal rekabetini Kaplan bakın nasıl açıklıyor:
“ABD ve Çin tam anlamıyla küresel
hakimiyet için rekabet ediyor ve Rusya da pek geride sayılmaz. 5G ağları
üzerindeki rekabet nedeniyle haritadaki hemen her ülke oyunun içinde. Bu
bağlamda gerçekten Soğuk Savaş gibi. Hatırlayın, Soğuk Savaş’ın ortasında
İngiliz ve Fransız imparatorlukları çöktüğünde ABD ile SSCB arasındaki rekabet,
Avrupa’nın ötesine geçip -Afrika ve Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan
sömürgelerin kapanın elinde kaldığı bir ortamda- hızla küresel alana yayıldı.
İngiliz ve Fransızların giriştiği emperyal rekabet türü, ABD ve SSCB’nin dâhil
olduğu bir başkasıyla yer değiştirdi. Elbette, resmî sömürgeler artık geçmişe
mahsustu ve bu da muhtemelen insanlığın ahlaki gelişiminden ziyade artık
iktisadi bir anlam taşımadıkları içindi.”
Kaplan, ABD’yi de SSCB’yi de -Çin’den
farklı olarak- misyoner güçler olarak görüyor; zira “her ikisi de kendi değer
sistemini dünyaya dayatmaya ve tarihin gerçekte kimin tarafında olduğunu
kanıtlamaya çalışıyordu. Yeni pazarlar ve iktisadi sömürü arayan -ve hedef
ülkelerin siyasi sistemlerine kayıtsız kalan- Çin, aslında emperyalizmi klasik,
misyonerlik öncesi köklerine geri döndürdü.”
Yazar, günümüz dünyasında ikincil güçlerin
bile sağlam imparatorluk geçmişleri olduğunu hatırlatıyor: “Hindistan’daki
Hindu milliyetçileri, ülkenin mevcut sınırlarının ötesine geçip Afganistan,
Pakistan, Bangladeş, Sri Lanka ve Nepal’in bazı kısımlarını da kapsayan Nanda,
Mauryan ve diğer kadim emperyal hanedanlarını göklere çıkarıyor. Mollaların
İran’ı, gücünü, Pers İmparatorluğu’nun binlerce yıldır aktif olduğu yerlere
vekil orduları ve milisleri ile aksettiriyor. İran nüfuzunun haritası, İran
platosu halkının Araplara ve Ortadoğu’nun diğer halklarına hakim olmaya
çalıştığı Ahameniş, Sasani ve Safevi imparatorluklarının emperyal haritasıyla
çarpıcı bir benzerlik gösteriyor. Türkiye’ye gelince, Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın dış politikası açıkça yeni-Osmanlıcı; zira Balkanlarda ve
Arap dünyasında, özellikle de sınır ötesindeki Suriye ve Irak’ta iktisadi,
diplomatik ve askeri güç kullanmaya çalışıyor. Erdoğan, Türkiye’nin
imparatorluk sonrası sınırlarını resmileştiren 1923 Lozan Antlaşması’nı bile
ülkeyi çok küçük bıraktığı için eleştiriyor. Bu ülkelerden hiçbiri imparatorluk
mirasından pişmanlık duymuyor. Emperyalizme fırça çekmek -tamamen olmasa da-
bir Batı olgusu.”
AB emperyal düzeni
Kaplan, birincil ve ikincil güçlerin
emperyal iddialarını ortaya koyduktan sonra “Vatandaşlarına ancak kısmen cevap
verebilen ve merkezi Kuzeybatı Avrupa’da bulunan bürokratik bir elitin, İber
Yarımadası’ndan Balkanlara kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada halkların
günlük hayatlarını yönettiği” bir yapı olarak resmettiği Avrupa Birliği
hakkında şunları yazıyor:
“Belçika’nın eski başbakanı ve AB
Parlamentosu’nun önde gelen üyelerinden Guy Verhofstadt, geçen yıl
İngiltere’deki bir topluluğa şunu söyledi: ‘Yarının dünyası, ulus-devletlere
veya ülkelere değil, imparatorluklara dayalı bir dünya düzenidir.’ Bu nedenle
AB’nin emperyalvari boyutları dışında bir Avrupa geleceği olmadığını savundu.
Başta Almanya olmak üzere kuzey Avrupa’nın güney Avrupa’yı sübvanse ettiği son
857 milyar dolarlık yardım paketi, esasen İtalya ve diğer ülkelerin Avro
Bölgesi’nde kalmasına ve Alman tüketim mallarını satın almayı sürdürmesine
imkan veriyor: Bu, Çin’in limanlar ve diğer altyapının inşasında -Çinli işçi ve
şirketleri kiralayabilmeleri için- ülkelere borç para verdiği Kuşak ve Yol
İnisiyatifi’nin bir türü. Emperyal güçler işte bu şekilde kendi iç
ekonomilerini uluslararasılaştırıyorlar.”
ABD Başkan adayları ne kadar emperyal
görüşlü?
Kaplan, ABD’nin başkan adaylarını da aynı
perspektiften değerlendiriyor:
“Joe Biden’ın Amerikan başkanı seçilmesi
halinde, günümüz dünyasının emperyal gerçekliği sadece ve sadece daha da
belirgin hale gelecek. Ne de olsa Başkan Donald Trump, yeni-izolasyoncu damara
sahip bir milliyetçi; yani emperyalin tam tersi. ABD’nin ittifaklarını ve
yurtdışındaki -bilhassa Müslüman Büyük Ortadoğu’daki- diğer askeri ve
diplomatik taahhütlerini hep hafife aldı. Bu yüzden Trump’ın dış politikası
Roma’nın, Habsburg’un ve Büyük Britanya’nın da aralarında olduğu geçmişin bazı
en büyük imparatorluklarının tanımlanmasını sağlayan idealist bir misyon veya
kozmopolitlik duygusu barındırmıyor. Buna mukabil Biden, Amerika’nın dünyadaki
müttefiklerine yeniden güven vermeyi ve ittifaklarımızı onarmayı amaçlıyor.
Üstelik seçilmesi, Washington’daki dış politika müessesesinin (…) geri
dönüşünün habercisi olacak.”
Kendisi de geçmişte Pentagon’un Savunma
Politikaları Kurulu üyeliği yapmış ve bugün de Amerikan Donanması’nın idari
heyetinde yer alan Kaplan’a göre, en iyi okullarda ve düşünce kuruluşlarında
eğitilmiş bu Dışişleri ve Savunma bakanlıkları kadrosu, ABD’nin ittifak
yapılarını yeniden inşa etmeye ve denizaşırı taahhütlerini güçlendirmeye
inandığından, tarihsel ve işlevsel terimlerle, son derece emperyal bir elit.
“Bu elite göre, Trump’ın ilk günahı, ABD’deki
hem aşırı sağın hem de aşırı solun emperyal olmakla
suçladığı liberal uluslararası düzeni yıkmaya çalışması. Aslında tarihsel
değerlendirmelerinde haklılar: Yetmiş beş yıldır liberal uluslararası düzen,
dünyanın şimdiye kadar bildiği en ileri düzeyde emperyalizm biçimiydi: o denli
ileriydi ki gerçekten de imparatorluğun ölümünden sonraki bir tür mülayim
hayatını temsil ediyordu; bir zamanlar emperyalizmin sağladığı istikrarı
-zulümleri olmaksızın- gerçekleştiren imparatorluğa bir çözümdü.”
Emperyalizm sorumsuzluk mu?
Kaplan’a göre, bir dış politikanın
emperyal eğilimlere sahip olması, otomatikman sorumsuz veya aydınlanmamış
olduğu anlamına gelmez. Burada kilit nokta, insanlık tarihi boyunca en yaygın
siyasi düzen biçimi olarak emperyalizmin -ahlaki açıdan ürpertici olandan
ahlaken gelişmişe, apaçıktan sinsiye kadar- sonsuz çeşitlilikte olduğunu kabul
etmektir. Problem, emperyalizmi çok uzunca bir süredir salt modern Avrupa
sömürgeciliği ile ilişkilendirmemiz ve bu kavramın Batı ile eşanlamlı olmadığını
unutmuş olmamız.
“Kendimizi ve dünyamızı daha iyi anlamak
için imparatorluğu şeytanlaştırmayı bırakmalıyız.”
diyen Kaplan’a göre, biz zaten hep imparatorluk çağındaydık. “Postmodern
çağımızın en bariz emperyal unsuru, Çin’in merkantilist Kuşak ve Yol
İnisiyatifi. ABD, Kuşak ve Yol meydan okumasının üstesinden ancak Trans-Pasifik
Ortaklığı gibi alternatif büyük stratejiler sunarak ve Avrupa ile yeniden
ortaklık kurarak başarılı bir şekilde gelebilir: bunların her ikisi de Batı’nın
imparatorluğun ölümünden sonraki mülayim hayatını temsil edecektir.”
“Bu yeni emperyal büyük güç çatışması
çağının küresel uğursuzluklar döneminde ortaya çıktığını kabul etmek zorunlu:
pandemiler, siber savaş, dünyanın çeşitli bölgelerinde dönemsel anarşi
dalgaları, her zamankinden çok daha birbirine bağlı ve daha klostrofobik bir
dünyanın göstergesi. Bu nedenle Çin, Rusya ve ABD’nin kaderi, devam eden bu
kasırgayı yönetme yeteneklerine sıkı sıkıya bağlı olacak.” diyen yazara göre
hızlı karar almak artık hayatta kalmak için elzem.
Kaplan yazısını şöyle tamamlıyor:
“Geçmişte imparatorluklar, yönetici seçkinler arasında onarılamaz bölünmeler
vuku bulması gibi genellikle iç nedenlerle parçalandı. Bu, kendi çağımızla da
oldukça bağlantılı. Örneğin, Çin’in iç bölünmelerinin ABD’ninkine kıyasla daha
fark edilmez olması, onların durumunun o kadar da vahim olmadığı anlamına
gelmez. Rusya’ya gelince, soru şu olabilir: Vladimir Putin’den sonra ayakta
kalabilecek bir siyasi sistem var mı? Hepimiz haklı olarak imparatorluğu
kınayabiliriz. Ancak emperyal tarihin derslerinin, 21. yüzyılın yaşadığımız on
yıllarıyla bu kadar bağlantılı olması nadirattandır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder