ALMANYA’NIN WEIMAR
HAYALETLERİ
Harold James (Alman iktisat tarihi ve küreselleşme uzmanı Princeton Üniversitesi Tarih
ve Uluslararası İlişkiler profesörü ve Uluslararası Yönetişimde Yenilik Merkezi
kıdemli araştırmacısı)
Project Syndicate,
25.9.2017
Tercüme: Zahide Tuba Kor
Almanya seçim sonuçları tuhaf bir paradoks sunuyor. Şansölye Angela
Merkel’in Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) şüphesiz en güçlü parti ve onsuz
yeni bir hükümet kurulaması düşünülemez. Ancak hem CDU hem de eski koalisyon
ortağı Sosyal Demokratlar (SPD) başarılı olamadı. Partinin %5,2’lik oy kaybıyla
%20,4 oranında oy almasına SPD liderlerinin ilk tepkisi muhalefette kalmayı
benimsemek yönünde oldu.
İktidardan kaçış şeklindeki bu tepki, Almanya’nın iki savaş arası dönemde
kısa ömürlü demokratik tecrübesi olan Weimar Cumhuriyeti siyasetinin
karakteristiğiydi. 1949’da Federal Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana Alman
siyasetine musallat olan bir soru var: Acaba radikal Sağ’ın bir zaferiyle
Weimar tecrübesi tekerrür edebilir mi? İşte böyle bir radikal parti olan
Almanya İçin Alternatif (AfD), İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez Alman
meclisi Bundestag’a girmiş durumda.
Weimar’la paralellikler sözkonusu. 1929 Büyük Buhran öncesinin görece
istikrarlı yıllarında hükümete katılmış siyasi partiler seçmenlerce
cezalandırılmış ve kendini alternatif veya protesto partileri olarak sunanlarsa
ödüllendirilmişti. 1924-28 arasında ılımlı Sağ koalisyon hükümetindeydi ve
ardından bunun büyük bir acısını çekti; 1928 sonrası SPD benzer şekilde
koalisyon ortağı olduğu için cezalandırıldı.
Ardından Büyük Buhran gelip çattı ve bu mekanizma çok daha etkili
uygulandı: hükümeti –veya giderek radikalleşen muhalefetin deyimiyle sistemi–
desteklemek siyasi bir suikasttı. Seçmenlerin hükümette kalan siyasetçileri çok
daha feci şekilde cezalandırmasıyla sonuç, sorumluluktan kaçış oldu.
Eğer ki Almanya seçim sonuçlarından iyimser olmak için ortada bir neden
varsa o da sonucun günümüz Avrupa normlarına benzemesinde yatıyor. AfD’nin %13’lük
oyu, nisan ayında –radikal popülizmin yenilgisi olarak görülen– Hollanda
seçimlerinde popülist Geert Wilders’ınkiyle neredeyse aynı oran. Almanların
kahir ekseriyetinin AfD’yi desteklemediği aşikâr, kaldı ki [AfD’nin] liderliğindeki
muhtemel bir bölünme sayesinde önümüzdeki süreçte şansı pek de yaver
gitmeyebilir.
Aslında AfD’nin büyümesini sürdürmesi için bir zemin de pek yok.
Sanayileşmiş ülkelerin çoğunda seçimler, genellikle ekonominin durumunun bir
yansıması olarak görülür. Ve bu bilhassa Almanya için doğrudur. İkinci Dünya Savaşı
sonrasının Wirtschaftswunder (iktisadi mucizesinin) vatanındaki
seçmenler, Avro Bölgesi’nin en güçlü ekonomisine sahip olmaktan gurur duyuyor.
İstihdam tarihi rekorlarında. (…) Hatta bir bütün olarak Avro Bölgesi, şaşırtıcı
şekilde güçlü bir iyileşme kaydediyor.
Ancak hükümetler tıpkı insanlar gibidir: Bir pozisyonda uzun süre
kaldıklarında sonunda fikirleri tükenir. 2016 yılı sonunda Merkel yorgun düşmüş
görünüyor ve yeni SPD lideri Martin Schulz kamuoyu yoklamalarında kısa süreli
bir destek patlamasından istifade ediyordu. Ancak Schulz’un da yeni bir fikri
olmadığı ortaya çıktığında baştaki o büyük ilgi ve coşku yerini hayal
kırıklığına bıraktı.
Koalisyon ortaklarının zayıf performansı, yeni hiçbir şey sunmayan liderlere
duyulan yaygın hayal kırıklığının net bir yansıması. Seçim sonuçları yeni bir
koalisyonun kurulmasını zorlaştıracak. CDU-SPD büyük koalisyonuna tek gerçekçi
alternatif, Hür Demokratlar (FDP) ve Yeşillerin katıldığı (parti renklerinden
hareketle üretilen) Jamaika koalisyonu.
(…) Ancak FDP, başta Avro Bölgesi’ne mali kaynak akıtılması olmak üzere
birçok iktisadi meselede çok daha muhafazakâr olduğundan Jamaika koalisyonunun
müzakereleri zor geçecektir.
Yine de böyle bir koalisyon imkânsız değil; bu, Almanya için yeni
politikaların üretilmesi anlamına gelebilir. FDP’nin siyasi profili klasik
piyasa liberalizmine daha yakın olsa da son on yılda Yeşiller çevreci
gündemlerini hayata geçirmenin en iyi yolu olarak piyasa mekanizmalarını kabul
eder hale geldiler.
Yeni bir koalisyon, Alman siyasetinde yeni bir başlangıcın nasıl
işleyeceğini göstermenin bir yolu. Bu yeni başlangıç, piyasanın daha büyük bir
rol oynamasını kabullenmekle kalmayıp piyasa süreçlerini gözetleyip denetleyen
reforme edilmiş Avrupa kurumlarına dayanan, daha yakın bir Fransız-Alman
işbirliğiyle Avrupa’ya da yayılacaktır. Ortak bir Avrupa girişiminin gerekli
olduğu güvenlik, askeri işbirliği, mültecilerin acil ihtiyaçlarıyla baş etmek
gibi birçok alan sözkonusu.
Almanlar, sadece Alman terimleriyle düşünerek Weimar tuzağından kurtulamazlar.
Siyasi belirsizlik sorununun cevabı, hem Avrupa sistemini hem de uluslararası
sistemi istikrara kavuşturmaktır. Weimar siyasetinden alınacak son ders de bu:
Uluslararası düzen dağıldığında hem içerideki işbirliğinin kazanımları hem de
radikal söylemin maliyeti azalır. Ancak ve ancak istikrarlı bir Avrupa geçmişin
hayaletlerini uzak tutabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder