AMERİKA’NIN DARVİNCİ MİLLİYETÇİLİĞİ
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazarı; Yeni Amerikan
Güvenliği Merkezi kıdemli araştırmacısı ve Avrasya Grubu kıdemli danışmanı)
National Interests, Eylül-Ekim 2017
Tercüme: Zahide Tuba Kor
ABD, Rusya ve Çin ideolojik veya manevi
hedeflerini kaybediyor, hatta kaybettiler bile. Bilhassa artık komünist değer
ve inanç sistemine sahip olmayan ve meşruiyeti, etnosentrizme [Z.T.K.
yani kendi etnik grubunu üstün saymaya] ve kendi insanlarıyla kaygılı bir
iktisadi sözleşmeye dayalı olan Rus ve Çin rejimleri örneğinde bu aşikâr bir
hal aldı. Ancak ABD’nin de ahlaki hedefinden geriye çok az şey kaldı.
Amerikalıların –70 küsur yıldır yaptıkları gibi– Avrupa ve Asya’da liberal bir
düzeni muhafaza etmeyi sürdürmeye istekli olup olmadığı artık bir soru işareti.
Matbaa ve daktilo çağında Amerikan demokrasisi başarılı olmuşken ve dünyada
parıldayan bir örnekken bunun dijital ve video çağında aynen devam edip
gideceği şüpheli. Aslında son dönemde Amerikan demokrasisi bir ilham kaynağı
olma özelliğini giderek yitirerek sıradanlaşıyor. Amerikan Kongresi, 19.
yüzyılın bıçak sırtı günlerinden bu yana hiç görülmemiş bir parti tarafgirliği işlevsizliğine
şahit oluyor. Amerikan Başkanı, tüm eski modern başkanların sahip olduğu
nezaketten basbayağı yoksun. Parası bol varlıklı sınıflar Washington’ı idare
ediyorlar ki bu, onlarca yıldır olgunlaşmakta olan ve bolca üzerine yorumlar
yapılan bir süreç. Sıkça kendisine dil uzatılan, politikaya odaklanmış
bürokratik elitin sessiz fedakârlığına rağmen ABD giderek [Z.T.K. bütün
dünyaya bir örneklik teşkil eden] “tepedeki şehir” olma vasfını kaybediyor.
[Z.T.K. “Tepedeki şehir”, İncil’de Hz İsa’nın Havarilere “Siz
dünyanın ışığısınız, tepenin üzerine kurulu bir şehir gizlenemez” (Matta,
5/14-15) hitabından ilhamla, Amerika kıtasına ayak basan Püritenlerin
gerçekleştirmek istedikleri ütopyadır.] Bu arada şunu unutmayın, Amerikalıların
kendilerini nasıl gördükleri, başkalarının onları nasıl gördüğünden daha az
önemlidir.
Mukayese, bütün ciddi akademik çalışmaların
başıdır ve bu bağlamda bugün ABD, Rusya ve Çin arasındaki farklılıkların, Soğuk
Savaş dönemindekine kıyasla, ideolojik ve felsefi bakımdan çok daha az keskin
olduğu gayet açık. Tabii ki birbirimizin benzerlerine dönüşmüyoruz. ABD’de
başkanın gücü üzerindeki hukuki sınırlamalar ile Rus rejiminin dizginlenemeyen
haydutluğu (veya Çin rejiminin muhaliflerine muamelesi) arasında hala daha
muazzam bir farklılık olduğunu zikretmeye dahi gerek yok. Ancak üç büyük güçten
hiçbiri, bir zamanlar olduğu gibi, büyük ve çatışan ideallerle motive olmuş
halde değil. Bu da demek oluyor ki aralarındaki uçurum artık varoluşsal değil.
ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’daki siyasi sınıflardan bazılarının Rus
rejimine olağandışı sempatisinden de bu görülebilir.
Her üç devlet de adım adım kendi medeniyet
temellerine iniyor. Milliyetçilikleri, sadece ve sadece kültürel güçlerinin ve
zayıflıklarının bir ifadesi, o kadar. Çin’in aydınlanmacı otoriterliği, Konfüçyen
değer ve inanç sisteminin dinginliğine içkin olan düzen ve hiyerarşiye duyulan
saygıya kısmen dayalı. Batılıların günün birinde Çinlilerin demokrasi talebinde
bulanacağı beklentisi aslında nafile olabilir. Tarih boyunca Rusya’nın soğuk
iklimi, coğrafyasının kıyas götürmez enginliği ve korunabilir sınırlardan
mahrum oluşu, gerek istibdadı gerekse filizlenen kaosu liberal demokrasilere
kıyasla çok daha doğal kıldı; bu yüzden Joseph Conrad’ın yazdığı üzere,
Rusların gözünde özgürlüğün kendisi “bir çeşit doğru yoldan sapıp kötü yola
düşme” olarak görülebilir. 1990’larda Boris Yeltsin’in yönetimi demokrasiden
ziyade anarşivari bir tecrübeydi. ABD’ye gelince, onlarca yıldır şehirli
elitlerin Wilsoncu dürtüleri altında gömülü duran [Z.T.K. Amerikan
tarihçisi Frederick Jackson Turner’a ait] “Jacksoncu sınır temel tezi”ni
yeniden keşfetti. Amerikalılar eğer ki kendilerini doğrudan tehdit altında veya
hakarete uğramış hissederlerse savaşıp öldüreceklerdir; ancak okyanusların öte
tarafında demokratik düzenleri muhafaza etmek sonunda onlar için son derece
soyut ve maliyetli bir girişime dönüşebilir.
Başkanlar gelip giderler. Eğer ki oyların
azıcık bir kısmı üç eyalet arasında farklı bir şekilde dağılsaydı Donald Trump
başkan olamayacaktı. Ancak Afganistan ve Irak’ta yaklaşık 15 sene süren
savaşlarının ardından ABD’nin âlî hedefler üzerine inşa edilmiş emperyalvari
projesinin artık sona erdiği aşikâr. Bu, daha Kasım 2016 seçimlerinden yıllar
evvel, bazı bakımlardan bir kozmopolitan idealist olan Başkan Barack Obama her şeye
rağmen Suriye’ye müdahaleyi reddettiğinde ve Libya’ya da sadece havadan
müdahale ettiğinde apaçık hale gelmişti bile. 2011’de Suriye, 1989’da
Panama’yla başlayıp Ortadoğu ve Balkanlarla devam eden Soğuk Savaş sonrasının
müdahaleci damarının sonunu getirmiş oldu. Dolayısıyla Trump, nev-i şahsına
münhasır olmakla birlikte, aynı zamanda sürekliliğin bir parçası.
Artık alışmış oldukları gibi bir “tepedeki
şehir” de hatta belki özgür dünyanın polis imdat gücü de olmayan Amerikalılar,
gittikçe daha fazla Ruslar ve Çinlilerle aynı paralele geldiler. Kabul edilmeli
ki Amerikan idealizmi aslen coğrafi mekânın bir hediyesiydi; ancak şimdilerde
coğrafya, teknoloji yüzünden giderek anlamını kaybeden bir güç unsuru. İngiliz
askerî tarihçilerinden merhum John Keegan, Büyük Britanya ve ABD’nin özgürlüğün
baş savunucusu olabilmesi, sadece ve sadece etkili birer ada devleti olmaları,
denizlerin kendilerini “karaya bağımlı özgürlük düşmanları”ndan koruması
sayesindedir diye yazmıştı. Ancak dünya küçüldükçe daha tehlikeli bir hale
dönüştü ve böylece Amerikan kamuoyu da daha acımasızca pragmatik bir hale
büründü. Tabii ki 21. yüzyıl video ve sosyal medya dünyası da çok daha engin
bir âlem; bu nedenle yurtdışındaki bir insanlık ayıbı, daha evvel olmadığı
şekilde bir fevri askerî tepkinin fitilini ateşleyebilir. Öte yandan bundan
böyle büyük müdahaleler, ancak ve ancak, [ideallerin değil] salt milli
menfaatin televizyonda yayınlanan çarpıcı bir görüntü veya kısa açıklama
eşliğinde [kamuoyuna mâl edilmesiyle] gerçekleşebilir durumda. Bu yüzden
insan hakları camiası ve onun medyadaki dostları, eski Yugoslavya’ya (…) ABD
öncülüğündeki müdahaleleri hep bir muhabbetle/saf bir ümitle hatırlayacaklar;
zira böyle bir şeyin bir daha asla gerçeklemeyebileceğinin farkındalar.
İronik şekilde insan hakları camiası, Amerikan
tarihi ve manevi şartları hakkında başka çok az insanın anladığı bir temel
gerçekliğin farkında: Diğer devletler, bir nevi acımasız realpolitikle hayatta
kalmış ve hatta gelişip zenginleşmişken ABD, coğrafi bir ihsan ve ayrıca bir
ideal olarak doğduğundan bunlarsız hiçbir şeydir. Diğer devletler sadece ve sadece
kendilerini temsil ederler; ancak ABD, makul bir ölçüde, insanlığı temsil etmek
veyahut en azından buna talip olmak zorundadır. Elbette ABD’nin bunu yapmadığı
dönemler de vardır, yapmak için fazlaca şartları zorladığı dönemler de. Ancak
önemli olan, bu iki uç arasında gerilimin korunmasıdır. Eğer ki ABD kendi
iyiliğinin artık dünyanın iyiliğine bağlı olmadığına gerçekten karar verirse,
bu durumda ABD’nin hegemon olarak namı ve itibarı, başka bir devlette olmayacak
kadar dağılmaya başlayacaktır. Bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana
ABD’nin Avrupa ve Asya’da inşa ettiği liberal dünya düzeni Amerikan
tecrübesinin zirvesine işaret ediyor. Her ne kadar bu dünya düzenini daha da
ötelere yaymak ABD’nin kapasitesini aşsa da, bundan öylece geri adım atmak da kaçınılmaz
şekilde Amerikan düşüşüne yol açacaktır. Devletin menfaatleri, doğru düzgün
tanımlandığı takdirde, diğer devletlerin menfaatlerine saygı duymak suretiyle barışa
yol açsa da, ilan edilmiş değerler olmaksızın ittifakları sürdürmek çok daha
zordur ve dolayısıyla bizim kendi değerlerimiz stratejik avantajımızın aslında bir
parçasıdır.
Bütün bunların savunma politikaları üzerinde
derin sonuçları olacaktır. Şu an meydana gelen gelişmeler, dünya tarihinin
standartlarıyla, ne yazık ki gayet normal. Tarihin çoğu ilkesizce/ahlaksızca
güç mücadelelerine sahne oldu ve son 75 yıl bu bağlamda standarttan bir sapma. Şimdilerde
biz, savaşın ve toprak üzerinde ahlakdışı çatışmanın insan DNA’sına içkin
olduğu doğal hale geri dönüyoruz. Gerçekten de ABD’nin kendisi, (aslında
evrensel olan) kendi değerlerinden vazgeçmeye başlıyor. Ve bu durum onu, tarihî
ve coğrafî şartlarının son derece farklı olması nedeniyle bu tür değerleri
hiçbir zaman geliştirmemiş diğer büyük devletlere kıyasla belirgin bir
dezavantaja sokuyor.
Hobbes’a göre doğal halde şiddet bir norm olup
hayat “çirkin, vahşi ve kısa”dır. Merhum İngiliz tarihçi A. J. P. Taylor, her
ne kadar insanlar bu tür bir doğal halde hiçbir zaman fiilen yaşamamış olsa da
“Avrupa’nın Büyük Güçleri hep bu şekildeydi” diyor. Taylor, o derece ki Avrupa
önemli barış dönemlerini tamamen “Güçler Dengesi”ne “borçlu” olduğunu biliyor,
diyerek devam ediyor. Kısaca tek seçenek ya güçler dengesi ya da doğal hal;
ilkelerinden mahrum kalmış bir dünyada elle tutulur bir başka seçenek yok. Ve
ilkesiz bu dünya bize çok daha fazlasını anlatır: ütopik veya idealist
hareketlerin (Leninizm ve Wilsonculuk) ya başarısızlığı ispatlanmıştır ya da
kabul görmeme sürecindedir. ABD’de Wilsonculuk elit kültürünün bir parçasına
dönüştü, o denli rafine ve inceltilmiş bir haldeydi ki, tabiri caizse barbarlar
en sonunda harekete geçip bu ince porseleni kırıp geçirdiler; hem de ileri ve
yerleşik medeniyetlerin (hadarîlerin) yerine her defasında bedevî kabilelerin
geçip onların da zaman içinde kendi çabalarıyla hadarîye dönüşme döngüsünü ele
alan 14. yüzyıl İbn Haldun teorisini ürkütücü bir şekilde tekrar ederek...
Elitlerimiz bizi başarısızlığa uğratsa dahi –demokratik olsun olmasın fark
etmez– hiçbir devlet elitsiz ayakta kalamaz. Bütün hatalarına rağmen Amerikan
elitinin, tam da Wilsoncu değerlerinden dolayı, diğer muadillerinden çok daha
fazla dünyaya sunacakları şeyleri var.
Amerikan eliti 2016 seçim felaketinden ister
belini doğrultabilsin isterse doğrultamasın gerçek şu: Askerî veya iletişim
teknolojisinin etkisiyle mesafenin çöküşü yüzünden ABD, Rusya ve Çin arasındaki
rekabet, erken modern ve modern tarih boyunca –barışın yalnızca güçler
dengesinin sınırlı ve karayla mahdut bir mekânda sürdürülmesinden
kaynaklandığı– Avrupa içindeki hâkimiyet yarışına gittikçe benzemekte. Coğrafya
bu bağlamda çift taraflıdır. Coğrafya, her büyük gücün tarihî şahsiyetini
tanımlamada hala daha yeteri kadar anlamlıdır, her ne kadar onları birbirinden
ayıran mesafeler artık giderek daralıyor olsa da. Bu yüzden günümüz küresel güç
mücadelesi, en doğru şekilde –komünizm, liberalizm ve diğer “izm”lerin ortaya
çıkışından evvelki– geçmiş yüzyılların Avrupa’sıyla kıyaslanabilir.
***
Erken modern dönem Avrupa’sının en büyük siyasi
depremi 1618-1648 Otuz Yıl Savaşlarıydı. Bu savaşın maliyeti, o dönemki Avrupa
nüfusuyla kıyaslarsak, İkinci Dünya Savaşı’nın 50 milyonluk can kayıplarını
oransal olarak aşıyordu. Yale Üniversitesi öğretim üyesi Charles Hill’in
yazdığı gibi, [Z.T.K. Katolikler ve Protestanlar arasında Avrupa’yı
kan gölüne dönüştüren bir mezhep savaşı niteliğindeki] Otuz Yıl
Savaşlarının bir daha asla tekrarlanmaması kararlılığı, –seküler bireysel
menfaatin Ortaçağ’ın dinî tekâmül mücadelesinin yerine geçeceği– bir güçler
dengesine ihtiyaç olduğu konusunda genel bir uzlaşmayı beraberinde getirdi.
Diğer bir deyişle, bu kadar sınırlı ve karaya bağımlı bir mekanda barış, yeni
bürokratik devletlerin menfaatleri ve onların artan askerî gücüyle bağlantılı
olan acımasız pragmatizm karşısında bireyin ideallerini yitirmesi meselesine
dönüştü. Bu, ideolojisiz bir dünyaydı. Muhtemelen hiç kimse bu olguyu –Katolik
Fransa’yı, ahlakilik yerine tamamen hikmet-i hükümet uğruna, güneydeki dindaşları
Katolik Habsburglara karşı Avrupa’nın Protestan kuzeyiyle ittifaka sokan–
Kardinal Richelieu’dan daha iyi ortaya koyamazdı. Yine de bu ahlakdışı güç
dengesi, en hafif tabirle, kusurlu ve bozuk şekilde işledi. Diğer yüzyıllarda
farklı güç birliktelikleri oluştu ve savaşlar öylece sürüp gitti. 18. yüzyıl
ortasında Bourbon Fransa’sı ile Habsburg Avusturya’sı, Prusya ve Büyük
Britanya’ya karşı birleşti ve bu, Yedi Yıl Savaşlarıyla sonuçlandı. Bu dönemde
Rusya, kıtadaki askerî mücadelede gerçek bir güce dönüştü. 19. yüzyıl ortasında
Fransa ve bir Alman federasyonu, Rusya’yı engellemek için Avusturya’yı
kullandı. 20. yüzyıl başlarında bu defa Fransa, Britanya ve Rusya Almanya ile
Avusturya’ya karşı aynı safta buluştu. Ve bu, Hitler’in kendi Wagnervari
kıyametini yazdığı 1945’e kadar devam etti. Bundan sonra sadece büyük bir
imparatorluk barışı koruyabilirdi.
İmparatorluk, Amerikan ve Sovyet hegemonyası
formunda hızla geri döndü; ancak (en azından kendi nazarlarında) yüce idealler
üzerine kurulu [bu Amerikan ve Sovyet] misyoner dünya sistemleri, Oxford
Üniversitesi öğretim üyesi John Darwin’in deyimiyle, “özde değil sözde
emperyal”di. Farklı bir tür imparatorlukla, yani Avrupa Birliği’yle
sonuçlanacak Avrupa ekonomik entegrasyonu da Batı hegemonyasına payanda oldu.
Kusurlarına rağmen AB, şu an için Orta ve Doğu Avrupa’yı entegre edip istikrara
kavuşturma yeteneğine sahip tek sistem; özellikle de hala daha sıkıntılarla
boğuşan Balkanlarda [Z.T.K. Robert Kaplan’ın bu konudaki makalesi
için TIKLAYINIZ]. Diğer bir deyişle, imparatorluğun tek istisnası (ki Wilsonculuk bunun
yumuşak bir çeşididir), savaşa ve genel istikrarsızlığa tek alternatif olarak
geriye sadece güçler dengesi kalıyor. Ve güçler dengesi, ahlaki ilkeler değil,
ahlakdışı devlet menfaatleri üzerine inşa edilmiş durumda.
Hatırlayın, erken modernite, Napolyon’un
yenilgisinin ardından üzerinde uzlaşılan ahlakdışı bir güç düzenlemeleri
sistemi olan ve Avrupa kıtasında barışı öyle veya böyle tam 100 yıl koruyan
Viyana Kongresi’yle sonuçlandı ki bu şaşırtıcı bir başarıydı. Dolayısıyla
güçler dengesi, özünde sinik değil, oldukça ilkelidir, ama ilkeliliği de
yüceltmez. Akılda tutulması gereken şey, Avrupa tarihinin –teknoloji sayesinde–
şu an [bir kez daha ama bu defa] küresel ölçekte tekerrür etmekte olduğudur.
***
Yedi Yıl Savaşları dönemindeki Londra ve
Paris’e kıyasla, bugün Washington ile Pekin’in –veya Washington ile
Moskova’nın– birbirine yaklaştığı bir çağda, savaş ve çatışmayı nasıl tasavvur
etmeliyiz? Daha da önemlisi, böyle bir çağda savaşı ve çatışmayı dizginlemeyi
nasıl düşünmeliyiz? Teknoloji mesafeyi önemsizleştirdikçe fiiliyatta toprak
daha da fazla bir meseleye dönüşmekte ve toprak dürtüsü düşünceye daha da hâkim
olmakta.
Mesela İsraillilerin Batı Şeria ve Golan
Tepeleri’ni ellerinde tutmayı ne denli bir saplantı haline getirdiklerini
düşünün. İsrailliler bir kriz odasıyla yüzleşiyorlar. Bu trend sinsice
ilerlese de, şu an olduğu gibi videolarla ve sosyal medyayla galeyana gelen
küresel bir izleyici kitlesi önünde kıtalararası füzeler, siber savaşlar ve
uzun menzilli hassas saldırılar dünyasında yaşamaya devam edeceğiz. Etkisi
tıpkı boğulmadaki gibi adeta fizyolojik olacak. Bir sonraki Yedi Yıl Savaşları,
tıpkı 18. yüzyıl ortasındaki gibi, küresel olacak. Ancak her biri diğerinden
çok uzaklarda farklı coğrafi harekât alanları hissi çok daha azalacak.
21. yüzyılda anavatana [Z.T.K. ABD’yi
kastediyor] yönelik siber ve istihbari saldırıları, Güney Çin Denizi’ndeki
savaş ağlarına saldırılarla veya Baltık ülkelerinde Rus azınlıkların yaşadığı
bölgelere özel harekât birliklerinin baskınlarıyla kesişebilir. Savaş
planlamacılarının teorik olarak tasarladığı bir derece hız ve eşzamanlılık
olacaktır; ancak her şeye rağmen psikolojik olarak bunu yönlendirmek zor
olabilir. Böyle bir savaş esnasında Pentagon’da hissedilecek gerilim ve hatta
paranoya, İsraillilerin açıkça birçok Arap ordusu tarafından bir çırpıda yok
edilmekten korktuğu 1967 Altı Gün Savaşı öncesi dönemde tecrübe ettiklerine
benzeyecektir.
Dolayısıyla her ne kadar mesafenin çöküşü
nedeniyle çatışmalar tamamen bir hayatta kalma mücadelesi olarak algılansa da
aynı zamanda tıpkı geçmiş yüzyılların Avrupa’sındaki hanedan mücadeleleri gibi
yakınlık, savaş kareografisi ve süreklilik de damgasını vuracaktır. Bu
mücadeleler ideolojik değildi ve 21. yüzyılda büyük güçlerin hiçbiri de
ideolojik olmayacak. Bunun yerine milliyetçiliğin arkasına gizlenmiş bir
kültürel mücadele yürüyecek. Zafer, devlet düzeyinde hızlı ve topyekûn bir
savaş vermekte en mahir kültürün olacaktır. Bu süreç aynı zamanda Darvinci
olacaktır. Ve bu çatışmalar tam anlamıyla korkunç olabileceğinden kilit konu
bunların nasıl önleneceğidir. Biz bunları en iyi şekilde –özgürlüğümüzün büyük
ölçüde üzerine inşa edildiği– ideallerimizi yeniden kazanarak önleyebiliriz.
Yüksek ilkeleri olmayan bir dış politika;
herhangi bir istikameti, yol göstericiliği veya hedefi olmayan ve bu nedenle
hiçbir büyük stratejisi (grand strategy) bulunmayan bir dış politikadır.
O halde bizim ilkelerimiz neler olmalı? Mütevazı Wilsoncu ülküleriyle liberal
bir devletten başkası olamaz. Mütevazılıkla kastımız, yurtdışında
–uygulanabilir olduğu yerlerde– sivil toplumun ilerlemesini teşvik etmek
istemektir. Sivil toplum, her zaman olmamakla birlikte genellikle demokrasi
anlamına gelir. Bu, aydınlanmacı bir otokratla iş tutmak anlamına de gelebilir;
zira alternatifi daha beter olabilir. Hatırlayın, son on yıllardaki ideolojik
Wilsoncuların aksine, Başkan Woodrow Wilson’ın bizzat kendisi çoğunlukla
temkinliydi – ve kendi değerlerimizi dışarıya dayatmanın zorluklarının gayet
farkında, tedricilikten yana birisiydi. Wilson, ABD’nin modern dünyada naif bir
şekilde rüştüne kavuşmasını temsil ediyordu. Bununla birlikte o, kendi yol
yordamıyla bir büyük stratejiyi sezebildi ki zaman içinde bu strateji, Tufts
Üniversitesi tarihçilerinden Tony Smith’in deyimiyle, NATO’nun kurulması ve
İkinci Dünya Savaşı sonrasının Japonya ve Almanya’sının ABD tarafından
dönüştürülmesiyle zirve noktasına çıkacaktı. Ben bunu, muhafazakârlığın özünün
liberal bir düzeni muhafaza etmek olarak gören (ve aynı zamanda güvenliğin
verili olmadığı çatışma içindeki bir dünyayı da kabul eden) ılımlı bir
muhafazakâr realist olarak söylüyorum. Bu bağlamda muhafazakârlık, daha iyi bir
dünyayı tesis etmek için hem bir ilke hem de bir tekniktir. Bu bir tezat değil,
muhafazakârlığın tam da özüdür, tıpkı Samuel Huntington’un (The Soldier and
the State: The Theory and Politics of Civil-Military Relations) ve Henry
Kissenger’ın (A World Restored: Metternich, Castlereagh and the Problems of
Peace, 1812-22) eski çalışmalarında ima edildiği gibi.
Ancak yalnızca eylemsel ve işlemsel (transactional)
olan bir dış politika, hedefleri ve dolayısıyla riayet etmesi gereken hiçbir
sınırı olmadığından katiyen muhafazakâr değildir. Böylesi, müttefiklerini satıp
ihanet etmek de dâhil her şey yapabilir ve sadece müzakerelere girmekle
kalmayıp kısasa kısas tarzı tehlikeli askerî mukabelelere de girişebilir. Diğer
bir deyişle, eylemselcilik (transactionalism) fiiliyatta ılımlı bir
Wilsoncu dış politikadan çok daha maceracı olabilir. Unutmayın ki
muhafazakârlık menfaatlere vurgu yapar. Ama menfaatler, bir devletin
hedefleri ve değerleriyle büyük ölçüde yapılandırılan bir gidişat olursa ancak
bu şekilde tanımlanabilir. Menfaatler, hedefler, değerler… Bütün bunlar, bir
yol haritası gerektirerek bir ölçüde uzun vadeli düşünceyi dışa vurur. Tam
anlamıyla eylemselci bir dış politika, var olan her şeyi şu an gözlerimizin
önündekilerden ibaret saydığından, uzun vadeli bir düşünüşten yoksundur ve bu
haliyle, tamamen anlık arzularına göre yaşayan bir çocuk gibidir. Bu durum,
böyle bir yaklaşımın uygulayıcılarının iki-üç adım ötesini düşünüp
hesaplamalarını zorlaştırır. Büyük orduların, donanmaların ve hava
kuvvetlerinin gittikçe sınırlı bir alanda hareket edeceği, giderek bir kriz
odasıyla nitelenir hale gelen bir dünyada eylemselcilik, fiiliyatta ılımlı bir
Wilsonculuktan çok daha büyük riskler taşır.
Tam da ABD’nin Panama’yla başlayan büyük çaplı askerî
müdahaleleri dizisi Suriye’de sona erdiğinden Wilsonculuk, ABD’nin 28.
başkanıyla ilişkilendirilen başlangıçtaki hassasiyetlerini –yani kontrolü zor
bir dünyada mütevazı ölçekte uygulanan yüksek ideallerini sürdürmeyi– artık çok
daha kolaylıkla yeniden kazanabilir. Gerçekten de –sınırlı da olsa– belirli bir
düzeyde Wilsonculuk olmaksızın ortada başka ne kalır ki? En azından bazı idealist
unsurlar olmaksızın realizm, sinizme dönüşür ve böylelikle gerçek dışı bir hale
bürünür.
Wilsonculuğu tamamen kaybetmek uluslararası
kimliğimizi yitirmek demektir. Biz, uluslararası kimliklerini koruyup sağlama
almış Çinliler ve Ruslar gibi değiliz – ki aslında onların kimlikleri, karadan
istilalara karşı kendilerini korumaya çalışmış emperyal hanedanlıklara
dayanıyor. Tarihsel olarak Çin ve Rusya, emperyalvari nüfuz alanları (yani Çin
Orta Asya ve Rusya da Orta ve Doğu Avrupa) üzerinden güç projeksiyonu
yapmadıkları takdirde kendi varoluşlarını riske atan kıta ölçekli birer kara
gücüdür. Ancak ABD, bu tür coğrafi zaafiyetleri olmayan fiilen bir ada devletidir.
Dolayısıyla diğer büyük güçlerin aksine, ABD’nin dünyada herhangi bir şekilde
rol alması idealler peşinde koşmasını gerektirir. Eylemselci bir dış politika
özü itibarıyla tecrit edici/izolasyonisttir. Diğer bir deyişle, eylemselcilik
en sonunda yenilgiye yol açar.
***
Savaş hali insanoğlunun doğasında mevcuttur.
Konvansiyonel, siber, bilgi/istihbarat ve hatta belki de düşük serpintili
gelişmiş nükleer silahları harmanlayan postmodern savaş, bizim istediğimiz
şekilde ve mekânla sınırlı kalmayacak. Birbiriyle bağlantılılık, bölgesel
çatışmaların hızla başka yerlere taşınmasına imkân verecek. Heklemelerden tutun
fidye yazılıma [Z.T.K. kullanıcının bilgisayarındaki dosyaları
kilitleyerek açtırmak için para vermeye zorlayan yazılım] ve büyük çaplı
belge hırsızlığına kadar siber savaş alanı, insan doğasının tekâmül etmek
yerine her zamanki gibi yine kötü huylu, saldırgan ve hain/şirret olduğunu
gösteriyor. Yüz yüze etkileşimin yokluğu zalimliği daha da artırıyor. Kişinin
artık cesur olması veya hatta başkalarına acı çektirmenin sonuçlarına
katlanması gerekmiyor bile. Gelecek savaş, bizi fiziken öldürmeden ahlaksızlaştırma
becerisine sahip olacak. Bu, kıta ölçekli ülkelerin dahi yakında bir kriz
odasıyla karşı karşıya kalacağı, sınırlı alandaki bir tür savaş.
Ancak biz bir başka krizle yüz yüzeyiz: Tam
olarak biz ne uğruna savaşacağız? Bu absürt bir soru gibi gelebilir. Ne de olsa
bizler Amerikalıyız. Bir anavatanımız ve tarihî önemi haiz bir coğrafyamız var.
Ancak teknoloji mesafeleri önemsizleştirirken ve havaalanlarımız otobüs duraklarına
dönüşürken gittikçe daha az Amerikalı bu coğrafyanın bilincinde. Üstelik Wilsonculuk
bütünüyle bir elit projesi olup bugün elitlerin siyasi itibarları çok büyük bir
baskı altında. Bu arada ordunun profesyonelleşmesi devam ediyor, vatandaşlardan
giderek uzaklaşan bir birlik ruhuna sahip bir asker sınıfı yaratarak… Pentagon
ve politika elitlerinin günlük olarak zihinlerine saplanan dünya genelindeki
krizler, belirli posta kodlarının [yani belirli yerlerde yaşayanların] ötesinde
çok az yankı buluyor, ta ki bir tür şiddet gelip bizim de kapılarımızı çalana
kadar.
Bütün bunların anlamı şu: Trump’ın Önce Amerika
stratejisi, eğer ki Wilsonculuk istikametinde bir evrim geçirmezse, Amerikan
milliyetçiliği ve dış politikasının yenilenmesinden ziyade [ölmeden evvelki]
son performansını sergileyecektir. Bunun ardından birlik değil, daha fazla
bölünme gelecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder