AÇIK TOPLUM SAVUNULMAYA MUHTAÇ
George Soros (Soros
Vakfı ve Açık Toplum Vakfı Başkanı)
Project Syndicate, 28.12.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT: BU blogda yer alan George Soros'un 3 yazısının tercümesini toplu olarak okumak için TIKLAYINIZ.
NOT: BU blogda yer alan George Soros'un 3 yazısının tercümesini toplu olarak okumak için TIKLAYINIZ.
Trump daha Amerikan başkanı seçilmeden evvel arkadaşlarıma şöyle bir
tatil mesajı yollamıştım: “Sıradışı vakitlerden geçiyoruz. Sıkıntılı bir
dünyada her şey gönlünüzce olsun” Şimdi ise bu mesajı bütün dünyayla paylaşma
ihtiyacı hissediyorum. Ama bundan evvel kim olduğumu ve neyi savunduğumu size
anlatmak istiyorum.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan vatandaşı olan 86 yaşındaki
bir Macaristan Yahudi’siyim. Daha henüz gençken siyasi rejimin türünün ne denli
önemli olduğunu bilfiil öğrenmiştim. Hayatımın kurucu tecrübesi Hitler
Almanya’sının 1944’te Macaristan’ı işgaliydi. Babam durumun tehlikesini
anlamasaydı ben muhtemelen ölmüş olacaktım.
Babam hem kendi ailesi hem de başka birçok Yahudi için sahte kimlikler edindi
ve onun yardımıyla birçok Yahudi hayatta kaldı.
Komünist yönetim altına giren Macaristan’dan 1947’de İngiltere’ye
kaçtım. LSE’de üniversite eğitimim sırasında filozof Karl Popper’dan etkilendim
ve kendi felsefemi “yanılabilme” ve “içselleştirilmiş dışavurum (reflexivity)”
üzerine bina ettim. (…)
(…)
Bugünleri tarihin son derece acı bir dönemi olarak görüyorum. Açık
toplumlar kriz içinde ve faşist diktatörlüklerden mafya devletlerine kadar
kapalı toplumların birçok çeşidi yükselişte. Bu nasıl olabildi? Bulabildiğim
tek cevap şu: Seçilmiş liderler seçmenlerin meşru beklentilerini ve arzularını
karşılamakta başarısızlığa uğradı ve bu da seçmenlerin demokrasinin ve
kapitalizmin öne çıkan çeşitlerinden hayal
kırıklığına uğramalarına yol açtı. Gayet basitçe birçok insan elitlerin
demokrasiyi çaldığını hissediyor.
(…)
(…) Bu, engelsiz serbest girişime inananların veya kendi deyimimle
“piyasa köktencileri”nin bir zaferiydi. Zira finansal sermaye iktisadi
kalkınmanın vazgeçilmez bir unsuruydu ve gelişmekte olan dünyada çok az sayıda
ülke kendi başına yeterli sermayeyi üretebilirdi. Küreselleşme kontrol altına
alınması mümkün olmayan bir yangın gibi yayılıyordu. Finansal sermaye hiçbir
vergilendirme ve düzenleme olmadan serbestçe dünyanın dört bir yanında
dolaşabilirdi.
Küreselleşmenin
geniş kapsamlı iktisadi ve siyasi sonuçları var. Fakir ve zengin ülkeleri biraz
da olsa iktisaden birbirine yakınlaştırdı; ama hem fakir hem de zengin ülkeler
içindeki eşitsizlikleri artırdı. Gelişmiş dünyada küreselleşmenin nimetleri,
nüfusun %1’inden azını oluşturan finansal sermayenin büyük patronlarına aktı.
Yeniden dağıtımcı politikaların eksikliği, demokrasi muhaliflerinin istismar
ettiği memnuniyetsizliğin temel kaynağıydı. Ama bilhassa Avrupa’da başka
destekleyici faktörler de mevcuttu.
Ben daha başlangıç safhasından beri AB’nin fanatik bir destekçisiydim.
AB’yi açık toplum fikrinin somutlaşmış bir hali olarak görüyordum: kamu yararı
için egemenliklerinin bir kısmını feda etmeye istekli bir demokratik devletler
birliği.
(…)
Ama daha sonra bazı şeyler ne yazık ki yanlış gitti. 2008 Ani ve Büyük
İflası’ndan sonra, eşitlerin bu gönüllü birliği [Z.T.K. AB’yi
kastediyor] borç verenler ve borç alanlar ilişkisine dönüştü ve borç
alanlar yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanırken borç verenler borçlunun
uyması gereken şartları belirledi. Bu ilişki artık ne gönüllü ne de eşitler
arasındaydı.
Almanya,
Avrupa’nın hegemonik bir gününe dönüştü; ama başarılı bir hegemonun yerine
getirmesi gereken yükümlülüklere uymakta, yani kendi dar çıkarlarının ötesine
geçip kendisine bağımlı olan insanların çıkarlarını gözetmekte başarısız oldu.
Almanya’nın 2008 İflası’ndan sonraki davranışlarını ABD’nin İkinci Dünya Savaşı
sonrası davranışlarıyla bir mukayese edin: ABD Avrupa’nın kalkınmasına yol açan
Marshall Planı’nı başlatırken Almanya kendi dar menfaatlerine hizmet eden bir
kemer sıkma programını dayattı.
Birleşmeden
evvel Almanya, Avrupa entegrasyonunun ana itici gücüydü: (…)
Ancak iki
Almanya’nın [Z.T.K. aralarındaki büyük farklılıklar nedeniyle] eşit
şartlarda birleşmesi son derece pahalıya patladı. [Z.T.K. 2008’de] Lehman
Brothers iflas ettiğinde Almanya artık ek bir yükümlülük altına girebilecek
kadar kendini zengin hissetmedi. Avrupa maliye bakanları “bundan böyle
sistematik önemi haiz hiçbir mali kurumun çöküşün izin vermeyecekleri”ni ilan
ettiklerinde Alman Başbakanı Angela Merkel, seçmeninin isteğini doğru bir
şekilde okuyarak “her üye devletin kendi kurumlarına bakması gerektiği”ni
söyledi. İşte bu, dağılma sürecinin başlangıcıydı.
2008 İflası
sonrası AB ve Avro Bölgesi giderek daha fazla işlevsiz hale geldi. Cari
şartlar, Maastricht Antlaşması’nda yazılı kurallardan iyice uzaklaştı; ancak
antlaşma metninde değişim yapmak giderek daha da zorlaştı ve sonunda
–onaylanamayacağı için– imkânsızlaştı. Avro Bölgesi artık eskiyen kanunların
bir kurbanına dönüşmüş durumda; çok ihtiyaç duyulan reformlar sadece kanuni
boşlukları doldurmak için yapılabilir. İşte Avrupa’da kurumlar bu şekilde
giderek karmaşıklaştı ve seçmenler yabancılaştı.
AB karşıtı
hareketlerin yükselişi kurumların işleyişine daha da ket vurdu. Dağılmayı
savunan bu güçler, 2016’da önce Brexit’ten, daha sonra ABD’de Trump’ın
seçilmesinden ve en son 4 Aralık’ta İtalyan seçmenlerin anayasal reformları
açık ara farkla reddetmelerinden güçlü bir destek aldı.
Demokrasi
şu anda bir kriz içinde. Dünyanın öncü demokrasisi olan ABD dahi bir sahtekârı
ve muhtemel diktatörü başkan olarak seçti. Her ne kadar Trump başkan
seçildikten sonra söyleminin tonunu düşürse de ne davranışlarını/politikalarını
ne de müşavirlerini değiştirdi. Kabinesi yetersiz radikallerden ve emekli
generallerden oluşuyor.
Peki, bizi ne
bekliyor?
ABD’nin
demokrasinin güçlüklere karşı dayanıklılığı savını ispat edeceğine eminim.
Anayasası ve dördüncü kuvvet olan basın da dâhil kurumları, yürütme erkinin
aşırılıklarına direnebilecek ve böylelikle diktatör heveslisinin gerçek bir
diktatöre dönüşmesini önleyebilecek kadar güçlü.
Ancak ABD, yakın
gelecekte iç mücadelelerle meşgul olacak ve hedef alınan azınlıklar ızdırap
çekecek. Dünyanın geri kalanında demokrasiyi koruyup desteklemeyecek; tam
aksine Trump’ın diktatörlere muhabbeti çok daha fazla olacak. Bu da onların bir
kısmının ABD’yle bir uzlaşmaya varmasına ve diğerlerinin de herhangi bir
müdahale olmadan yollarına devam etmesine imkân verecek. Yine Trump anlaşmalar
yapmayı prensipleri savunmaya tercih edecek. Maalesef ki bu, onun çekirdek
seçmenlerinin de desteğini alacak.
Ben bilhassa
AB’nin kaderinden endişeliyim. Zira AB, yönetme konseptinin açık toplumla
uzlaşmaz olduğu Rus Devlet Başkanı Putin’in nüfuzu altına girme tehlikesiyle
karşı karşıya. Putin,
son dönemde yaşanan gelişmelerden edilgen bir şekilde istifade eden bir aktör
değil; aksine bunların meydana gelmesi için çok sıkı çalıştı. Kendi rejiminin
zafiyetlerini fark etti: Doğal kaynakları kullanabilir, ama iktisadi büyüme
yaratamaz durumda. Gürcistan, Ukrayna ve diğer yerlerde yaşanan “renkli
devrimler”i bir tehdit olarak algıladı. Başlangıçta sosyal medyayı kontrol
altına almaya çalıştı. Ardından dâhiyane bir adımla, seçmenlerin kafalarını
karıştırmak ve demokrasileri istikrarsızlaştırmak amacıyla sosyal medya
şirketlerinin iş tutuş modelini, yalan ve düzmece haber yaymak için istismar
etti. Putin işte bu şekilde Trump’ın seçilmesine yardımcı oldu.
Aynısı
muhtemelen 2017 Avrupa seçim sezonunda Hollanda, Almanya ve İtalya’da da
yaşanacak. Fransa seçimlerinde yarışacak her iki ana rakip de Putin’e yakın ve
onu yatıştırmaya istekli. Eğer bunlardan biri kazanırsa Putin’in Avrupa’daki
nüfuzu bir emrivakiye dönüşecek.
Ümit ederim ki
Avrupa’nın gerek liderleri gerekse vatandaşları, bu sürecin onların hayat
tarzını ve AB’nin üzerine inşa edildiği değerleri tehlikeye atacağının farkına
varırlar. Sıkıntı şu ki Putin’in demokrasiyi istikrarsızlaştırmak için
kullandığı metot, olgulara saygı ve dengeli bir gerçeklik görüşü için
kullanılamaz.
Ekonomik
büyümenin gerilemesi ve mülteci krizinin kontrolden çıkmasıyla AB, çözülmenin
eşiğinde ve 1990’ların başındaki SSCB’ye benzer bir tecrübeden geçmekte. AB’nin
yeniden şekillendirilmek üzere kurtarılması gerektiğine inananlar, daha iyi bir
sonuç için ellerinden geleni yapmalılar.
“Çatışma, ‘emperyalizm’ ile ―heyhat!― ‘yerel faşizm’ arasında” diye hayret eden Nilgün Cerrahoğlu, bırakın Nisan 1982 Falkland Savaşı’nı, II. Cihan Savaşı’nı bile duymamış. İşte bu denli sıkı bir ideolojik-karantina altındayız. WELCOME SOROS [bkz: Nilgün Cerrahoğlu, “Venezuella, bir ülkenin çöküşü” (tek sütun üzerine) başlıklı Sağnak köşe yazısı, Cumhuriyet gzt., İmtiyaz Sahibi Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, Yazıişleri Müdürü Bülent Özdoğan, Yazıişleri Müdürü (Sorumlu) Faruk Eren, ISSN 977-1300-0934, Yıl 93 Sayı 33545, Perşembe 10 Ağustos 2017, Baskı DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt İstanbul, s.7].
YanıtlaSil