MUHTAÇ
OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM
Munsif
Merzuki (Arap dünyasının en
önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus
cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça,
18.9.2016
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT:
Bu tercüme, el-Cezire Türk internet sitesinde 18.11.2016 tarihinde
yayınlanmıştır: http://aljazeera.com.tr/gorus/muhtac-oldugumuz-fikri-devrim
1960’lı
yıllarda toplumlarımızda bu denli büyük bir mezhepçilik, aşiretçilik,
bölgecilik ve sınıfsal nefret olduğunu kim düşünebilirdi ki? Bu derin
çatlakların varlığını hep inkâr ettik; vatanperverlik ve milliyetçilik
kabuğuyla üzerlerini örttük. Ama bu süreçte gelişen olaylar, henüz fikrî açıdan
teşhis koyamadığımız ve siyaseten çözüm üretip tedavi edemediğimiz o derin
nefreti yüzümüze çarptı.
Tarihin
derinliklerinden miras kalan bu çatlaklar yetmezmiş gibi, geçen yüzyılın
ortalarından itibaren bunlara bir de (farklı türlerden) İslamcılar ile
(sekülerler, liberaller, laikler, solcular gibi) modernistler arasındaki derin
ayrılık eklenerek işleri daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi.
Bu
iki akım arasındaki mücadele, hiçbir zaman yapıcı bir rekabet ve fikir
alışverişi düzeyinde olmadı. Geçmişte de, günümüzde de yaşanan hep
karşısındakini kendi vesayeti altına alma ve dışlama rekabetiydi. Her akım,
toplumun bir kesiminin varlığını inkâr etti veya onu hor gördü ya da imkân
bulduğunda ona baskı ve işkence uyguladı. Buna mukabil söz konusu akımların
toplum açısından kayda değer bir faydaları olmadı.
Ne
modernistler ne de halkların kendilerine ümit bağladığı İslamcılar, iktidara
geldiklerinde toplumun problemlerini çözme noktasında rüştlerini ispat
edebildiler. Hal böyle olunca kendilerini meşrulaştırmak ve pazarlamak için
geriye, “gerici karanlık güçler”e karşı toplumu koruyan “modernleştirici”
kahramanlar veya “kökü dışarıda olanlar”a ve “Batı’nın ajanları”na karşı bir
kalkan olan siyasi İslam’ın süvarileri mitleriyle karşı tarafı korkutmaktan ve
rakiplerine karşı kitleleri harekete geçirmekten başka bir şey kalmadı.
Ne
ağır bir insanî bedel!
Herhangi
bir tarihçi çıkıp da Cezayir, Mısır, Tunus ve diğer Arap ülkelerinde hayatını
kaybeden, hapse atılan, işkence gören, sevdiğini yitiren, dul ve yetim kalan,
mülteci durumuna düşen ve böylece hayatı mahvolan insanların sayısını
belirleyebiliyor mu? Her bir istatistik yüz binlere işaret ediyor olmalı. Ama
daha da dehşetengiz olan şey, bu ağır bedelin boşu boşuna ödenmiş olması.
Toplumsal
açıdan bunun maliyeti şu şekilde:
1.
Gerginlik, şiddet
ve bölünme ikliminin giderek artması ve hatta – tıpkı Mısır’da Sisi darbesinden
sonra olduğu gibi – [Müslüman Kardeşler’i] affetme, “Siz de halksınız, biz de”
şarkısında görüldüğü üzere bu iklimin artık marşlarla terennüm edilir düzeye
gelmesi.
2.
Fakirlik, işsizlik,
yolsuzluk gibi gerçek afetlerle mücadele için sarf edilmesi gereken bütün o
devasa enerjinin heder edilmesi. Aslında bu problemlerin hepsinin ahlaki,
siyasi ve iktisadi çözümleri var ve söz konusu çözümler, o veya bu ideolojiyle
bağlantılı olmayı ve herhangi bir gruba mensubiyeti gerektirmiyor.
3.
Bu afetlerin
çoğunun nedeni ve kökeni, istibdat süresinin uzadıkça uzaması. Tıpkı 1990’larda
Tunus’ta olduğu gibi, nice modernistler İslamcı canavardan kendilerini korusun
diye eski düzenin kucağına düştüler. Ve yine Tunus’ta son dönemde nice
İslamcılar, kökten yok edilmekten kurtulmak için aynı kucaklara oturdular. Yani
yağmurdan kaçarken doluya tutuldular.
Ancak
sonuç, her daim bozguncuların/fitne odaklarının menfaatine. Budalaların
yürüttüğü fikrî-ideolojik kavgalar bunların umurlarında bile değilken, en temel
endişeleri hep hilekârların para üzerinden girdikleri çekişmeler oldu.
İslamcılarla modernistlerin kutuplaşması nasıl kırılır?
Bütün
siyasi partiler ve fikrî akımlar içindeki âkillerin, İslamcılarla modernistler
arasındaki bu ikili kutuplaşmayı kırmasına bugün her zamankinden daha fazla
ihtiyaç var. Zira bu kutuplaşma, mevcut sefaletimizin ve geri kalmışlığımızın
en önemli sebebi.
Peki,
bu nasıl olacak? Başarmanın yolu, hiç de kolay olmayan iki tür mücadeleden
geçiyor:
Siyasi mücadele: 21. yüzyıl
partilerini belirlemek (yaratmak) üzere siyasi bir mücadele verilmeli. Bu
mücadelede totaliter bir vizyona sahip olanlara, hazır çözümlere ve toplum
kesimlerinden herhangi birinin hor görülmesine kesinlikle yer olmamalı. Siyasi
partiler, mensuplarını bütün ideolojileri kesen ortak hedef ve değerler ve yine
ideolojileri aşan değerler etrafında toplamalı. Ahlak İslamcıların, fakir
sınıfları sevmek solcuların tekelinde olmadığı gibi, modernite de sadece
laiklerin bir alamet-i farikası değil.
Fikrî mücadele: Bu partiler,
ikiz düşmanların (modernistlerin ve İslamcıların) görüşlerinden tamamen farklı
bir fikir geliştirip bunu ete kemiğe büründürmeli ve savunmalı; yoksa
başarısızlıklarına başarısızlık katmaktan başka bir şey yapamazlar. Gelinen
noktada bu öldürücü hastalığın gizli kaynağını anlamak ve ondan kaçınmak için
ikiz düşmanların fikrini otopsi masasına yatırmamız lazım.
Gençliğimden
beri dikkatimi çeken ve bu ideolojilerle sürekli bir fikrî mücadele içinde
olmama yol açan temel olgu şuydu: Söz konusu ideolojilerin ortaya koydukları
düşünceler birbirinden son derece farklı olsa da düşünme biçimlerinde büyük bir
benzerlik mevcuttu.
Her
iki tarafın tezlerine olan ilmî merakım, yavaş yavaş bu akımların düşünme
biçimini anlama çabasına dönüştü. Bu çabalarımın neticesi ise 25 yıl önce
kaleme aldığım Aklın Hapishanesinde adlı kitabım oldu (Bu kitap internet
sitemde de mevcut). Kitapta din ve mezhep farklılıklarına rağmen bu ideolojik
grupları aynı noktada buluşturan şeyleri açıklamaya çalıştım.
Buna
göre, söz konusu ideolojik grupların hepsi kibirli ve ötekini reddetme
eğilimindeydi. Karmaşık gerçekliği basite indirgeme ve hareketli/devingen olanı
sabitleme konusunda hepsi aynı yöntemi kullanıyor, şek ve şüphe veya
görecelilik nedir bilmeyip aynı çıkarımlara ulaşıyordu.
Görünüşte
aşırı İslamcı ile aşırı modernist kadar birbirine uzak iki akım yoksa da derine
inildiğinde birbirine bunlar kadar yakını da yok. Her ikisi de aynı totaliter
düşüncenin rahminden doğmuş, birbirine kaburga kemiği gibi sıkıca bağlı
ikizler. Ve her biri diğer yarısından ayrıldığı takdirde ölüme mahkûm. Zira
biri olmadan diğeri olmaz, varlıklarının devamını birbirlerine borçlular.
Doğrusunu
söylemek gerekirse, bunu ilk iddia eden de ben değilim. İbnü’l-Mukaffa
yüzyıllar evvel bu olguya dikkat çekmiş. Kendisinin şu ifadeleri muhteşem:
“Dinlere gelince, çok ve çeşitli olmakla birlikte temelde üç türdür: Dinlerini
atalarından miras alan kavimler, dine zorla girenler ve dünyaya talip olanlar.
Hepsi de kendisinin doğru yolda ve hidayete ermiş, kendisine muhalefet edenin
ise yanlış yolda ve dalalet içinde olduğunu iddia eder.”
İdeolojiler, tepeden bakma, fikri körlük
Her
ideolojinin “Biz doğru yoldayız ve hidayete ermişiz, bize muhalefet edenler ise
yanlış yolda ve dalalet içinde” şeklindeki kanaati, işte bu ortak zihniyetin
temel taşı. İster tutucu isterse açık fikirli olsun, tek bir ideoloji dahi
bilmiyorum ki, “hakikati elinde tutan” bu ideolojinin mensubu değilseniz size
tepeden bakmasın. İşte bu kibir, bütün fikirleri öldüren şeyin ta kendisi. Zira
aldandığı ideolojinin gözlüğüyle dünyaya bakan, tıpkı Hz. İsa’nın buyurduğu
gibi, “Kendi gözündeki merteği görmezken kardeşinin gözündeki
saman çöpünü görür” ve sonunda fikrî körler hiçbir şey göremez hale
gelirler.
İdeolojilerin
ikinci ortak özelliği, anlamaya ve değiştirmeye çalıştığı gerçekliğin en önemli
vasfı olan karmaşıklığı ve dinamizmi inkâr etmesi. Maxime Rodinson diyor ki
“Yüzlerce ve binlerce çeşit Marksizm var. Marx o kadar çok şey söylemiş ki
herhangi bir fikri meşrulaştırmak için onun mirasından bir şeyler bulmamız
gayet kolay. Bu miras adeta bir kutsal kitap gibi. Şeytan bile bunun içinden
kendi sapkınlığını destekleyici şeyler bulabilir.”
Laiklik
dendiğinde ne kastedilir? Radikal veya ılımlı Fransız laikliği mi, İngiliz
sekülerliği mi, yoksa Türkiye’deki Kemalizm mi? “İslam (veya siyasal İslam)
çözümdür” teorisyenlerini de aynı minvalde bir karşılaştırın. Onlar da onlarca,
hatta belki de yüzlerce çeşide ayrılıp karmaşıklaşıyor ve parçalanıyor.
İslamcılık yelpazesi içinde yer alan IŞİD’in, el-Kaide’nin, Müslüman
Kardeşler’in, Nahda hareketinin, Hizbu’t-Tahrir örgütünün, Ayetullahların
çözümlerinden acaba hangisi gerçek çözüm?
Fakat
“Ey Davud, Zebur’u kime okuyor, kime hitap ediyorsun?”. İdeolojik fikirler
gerçeklikle örtüşmez. Kendi içinde çelişen onlarca “modernlik”, birbirini
boğazlayan onlarca çeşit “siyasal İslam”… (Genel olarak) İslam, modernizm,
demokrasi, sosyalizm gibi ideolojilerin gerçeklikle alakası olmayan, her yere
çekilebilir muğlâk kavramlarla tanımlandığını görürsün.
Bütün
bu kavramlar, sadece “fikirler bütünü”dür, yani semboller âlemindeki kurgusal
teoriler dünyasından başka bir şey değil. O dünyaya fildişi kulelerinde
gerçekliğin kaosundan korunan kibirli aydınlardan başkası uğramaz. Bu gerçeklik
uzun zaman evvel insanoğlunun hakikatinden ayrıştı. Aydınlar buralarda hayali
savaşlar yaratmakla kalmaz, hayali uzlaşmalar da yaparlar. Gençliklerini boşu
boşuna İslam’la sosyalizmi bağdaştırmakla zayi eden onca insanı hatırladığımda
bu zavallılara acımaktan kendimi alamıyorum.
20.
yüzyılın en büyük iki fizikçisi Einstein ve Niels Bohr’un ölümü, onların
tabiatta hâkim olan güçlerin doğası hakkında birbiriyle çelişen görüşlerini ve
bu iki büyük bilim adamının görüşlerini bağdaştıran bir teori bulma çabasıyla
her ikisinin de takipçileri arasında bugüne kadar süren şiddetli tartışmaları
ortadan kaldırmadı. İslam’la sosyalizmi bağdaştırma problemi ise sosyalizmin
çöküşünün ardından bir gecede sona eriverdi ve bu da gösteriyor ki söz konusu
çaba, ideolojik düşüncenin ürettiği birçok problem gibi, dönemsel bir
problemden başka bir şey değil.
İslam ve demokrasi bağdaşır mı?
Bugün
de aynı zihniyet İslam’la demokrasiyi bağdaştırma olgusuyla tekrar ediyor.
Ancak yukarıda sözü geçen İslamlardan hangisi demokrasiyle uyumlu ve demokrasiyle
bağdaşmayan diğer İslam çeşitlerini ne yapacağız? Acaba geçmişte siyasal
İslam’ın şu ya da bu çeşidi demokrasiyi dışladı diye şimdi biz de tutup onları
demokrasi adına dışlayacak mıyız? “Gerçek” İslam’ın temsilcisi diye şu veya bu
tarafın görüşünü destekleyenlerin hepsi aynı iddiayı dile getiriyor ve
iddiasından başka buna bir delil de gösteremiyor. Buna bir de demokrasinin
teoride tek olmasına rağmen fiiliyatta çeşit çeşit olduğu ve üstelik bir yığın
eksik ve gediklerle dolu ve her an değişim halinde olduğu gerçeğini de
ekleyerek şu soru üzerinde düşünmek lazım: Kendi içlerinde zıtlıklarla malul
olan ve durmaksızın değişen iki şey nasıl birbiriyle bağdaşacak?
Bu
durumun gerçeklikle tek bağlantısı şu: Bu bağdaştırma ve uzlaştırma çabası,
kimileri için bir geçim kaynağı olan ve kötü niyetli çevrelerin çıkarlarına
hizmet karşılığında finanse ettiği bir “iş” koluna dönüştü. Eğer bir gün bu
çevreler siyasetlerini değiştirirse, bununla geçinenler kayıplara karışacaklar
ya da bu “bağdaştırma/uzlaştırma işi”nden çıkarları olan başka finansörler
arayacaklar.
İdeolojik
olanları bir araya getiren en önemli şey, kibir, yüzeysellik, hayali savaşlar
ve barış anlaşmaları üretmek değil, bağımlılıktır.
İbn
Haldun bize şunu öğretti: Hezimete uğrayan, muzaffer olanı taklit eder. İşte bu
tam da her iki tarafın düşünme biçiminin özü. Bir kesim tarihi baz alarak
geçmişteki muzafferleri, yani gerçek ve hayali ecdadımızı; diğer kesim ise
coğrafyayı baz alarak günümüzün muzafferlerini, yani yine gerçekteki ve
hayallerdeki Batı’yı taklit ediyor.
Aşırı
İslamcılara bakarsanız tarihe, aşırı modernistlere odaklanırsanız coğrafyaya
bağımlılık karikatürünü görürsünüz. İlki, hiçbir beis görmeden cariyelik ve
köle ticaretini yapan insanların izinden gidiyor. Diğeri ise, eşcinsel evliliklerini
modernitenin zirvesi olarak görüyor. İlki, insanın gözlerinden başka hiçbir
yerinin görünmediği burka giyiyor, diğeri – şıklık adına – dizi yırtık
kot pantolonlara bir yığın para ödüyor. Kadınlarımızı ne geçmişten gelen ne de
dışarıdan ithal edilmiş, tamamen Arap moda tasarımcılarının dehasının bir ürünü
olan Arap kıyafetleri içinde gördüğümüz ve Paris, Tokyo ve Boston'daki şık
kadınların da bunları almak için yarışır hale geldiği gün, kesinkes verimsiz
bir ümmet olmaktan çıktığımız gündür. Zira kıyafet ihracı, ümmetin diğer
alanlardaki üstünlüğünün dışa yansıyan sadece bir yönü olacaktır.
İnsanlar
21. yüzyılın başında gerek gerçek gerekse sonradan Araplaşmış biz Arapların
hicri 1. yüzyıldaki Araplar veya siyahlaşmış Batılılar vs. olmadığımızı nasıl
ve ne zaman anlayacaklar?
Peygamberlerin
Peygamberi, geçmişi tekrar etmek veya Kureyş düzeniyle arasında orta yolcu bir
çözüm bulmak üzere gelmedi, keza onlarla çatışmaktan da kaçınmadı; kavminin
siyasi ve fikrî yapısında köklü değişiklikler yapmak üzere geldi.
Aynısı
Batı modernitesi için de geçerli. Batı modernitesi, eski teolojik düşünceden
köklü bir kopuş üzerine inşa edildi ve Giordano Bruno ve Galileo Galilei gibi
düşünürler bu özgürlük için çok büyük bedeller ödediler. Ancak diğer taraftan,
Batılıların Ay’ın yüzeyinde yürümelerini sağlayan yolun önünü de onlar açmış
oldular.
Daha
da önemlisi, her iki durumda da düşüncenin evrimi sistem içinden geldi. Tıpkı
İslami sıçrama gibi, Batı modernitesi de kendi gerçeklikleri içinde derinleşen
yerel düşünürlerin üretici, geliştirici, yenileyici ve bazen de dışarıdan
aktarıcı, ama bunu da kendi dilleriyle, tamamen kendi iradeleriyle, tercih ve
karar almada bağımsız duruşlarıyla gösterdikleri çabaların bir sonucuydu.
Bu
okumadan şu dersleri çıkarabiliriz:
—
Sadece geçmişten gelen veya dışarıdan ithal edilen okumalarla bir gerçekliği
anlayamaz ve geliştiremezsiniz.
—
Sürekli hareket/devinim halindeki bir dünyayı sabit düşüncelerle anlayamaz ve
geliştiremezsiniz.
—
Karmaşık bir gerçekliği basite indirgeyen bir düşünme biçimiyle anlayamaz ve
geliştiremezsiniz.
—
Bir toplumsal gerçeği ancak topluma içeriden bakmak suretiyle ve kültürel
özellikleri, nesnel şartları ve çatışma dinamiğinin unsurları eşliğinde
anlayabilir ve geliştirebilirsiniz.
—
Bir toplumu, kendi mirasıyla bağlarını tepeden dayatmalarla toptan koparttırmak
suretiyle de, sadece ve sadece bu mirasa bağlı kalıp sonuna kadar bütünüyle
sürdürmeyi dayatarak da anlayamaz ve geliştiremezsiniz. Zira toplumların
istikrarı için değişime, değişimi için de istikrara ihtiyaç vardır.
—
Büyük tecrübeyle şekillenen bir gerçekliği tecrübeye dayalı olmayan bir akılla
anlayamaz ve geliştiremezsiniz. Tecrübeye dayalı akıl, hatalarını meşrulaştıran
değil, ondan ders alıp düzelten akıldır.
—
Çok büyük bir devinim ve artan bir karmaşıklık içinde, zorlu dengeler kurma
arayışındaki bir toplumda taklit değil, yenilik unsuru değilsen, faal bir aktör
olamazsınız. Sloganınız şu olmalı: “Gerçek genç, işte ben buradayım diyendir;
babam böyleydi diyen değil”.
merhabalar saygıdeğer hocam, makale aslının bağlantısını paylaşmanız mümkün mü?
YanıtlaSilhttp://www.aljazeera.net/knowledgegate/opinions/2016/9/18/الثورة-الفكرية-التي-نحتاج
Sil