DESPOTLAR İÇİN ÜMMET, ÜMMET İÇİN DESPOTLAR DERSİ
Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli
düşünürlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını
yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 6.4.2011
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
NOT:
Ağustos ayı tercümeleri Türkiye’deki darbe teşebbüsüyle ilgili olsa da bu makalenin
konusu bambaşka. En önemli Arap entelektüellerden biri olan Munsif Merzuki'nin
Arap dünyasındaki toplumsal hareketliliğin henüz daha en başlarında -Tunus ve
Mısır liderlerinin devrilmesinin üzerinden 2-3 ay geçmişken, Libya'da NATO
müdahalesi ve Suriye'de olaylar daha yeni (mart ayında) başlamışken- nisan
2011'de yazdığı bir makale. İnsanın ve siyasetin değişmeyen doğası ve tarihi
tecrübe ışığında ileriki yıllarda yaşanacakları bir bir öngörmüş. Siyaset
bilimi ve uluslararası ilişkiler öğrencileri ile uzmanlarının ve siyasetle pratik olarak ilgilenen herkesin dikkatle,
defalarca ve üzerinde düşünerek okuması gereken bir makale olduğu kanaatindeyim.
Düşünün ki halklarımız despot yöneticilerine mektuplar yolladı. O
despotlar ki tarih kitapları, öncekilerin yapamadığını yapan “adil
despot” mitiyle kendilerini kandırdı… O despotlar ki maiyetindekilerin
her biri, onu bin kişiye bedel sayıp onun dışındaki binlerin ise aslında bir
hiç olduğu hurafesiyle kendilerini aldattı… O despotlar ki nefsi
emareleri, hesapsızca, sorgusuz sualsiz, hiçbir şeyden sorumlu tutulmaksızın
her şeyi yapabileceklerini fısıldayarak kendilerini yaktı… Ve yine o despotlar
ki tarih kitapları yerine sürekli istihbarat raporları okuduklarından kendi
cehaletlerine aldandı…
Tunusluların mektubu: Baskıda, sahtekarlıkta ve yalanda ne kadar mahir
olursan ol, gün gelecek sokaklarda çınlanan “halk rejimin düşmesini istiyor”
sloganlarıyla rejiminin düşeceği günleri göreceksin. Ne vaatlerin ne de
tehditlerin seni kurtaracak. Senin ve ailenin yolsuzlukları ise, saltanatının
ve –daha evvel tek bir gün dahi kıymet vermediğin- şerefinin mezarını kazan en
büyük kazma olacak.
Mısırlıların mektubu: Yeryüzündeki en büyük güçle [ABD’yle] kurduğun
ittifak da, halkının onurunu ve menfaatlerini göz ardı ederek ona yaptığın
hizmetler de seni düşmekten kurtaramayacak. Dahası, senin üzerinde ellerini
yıkayacakların ilki, dışarıdaki o hamilerin olacak.
Suriyelilerin mektubu: Güvenlik birimlerinin yumruğu ne kadar sert ve
acımasız, hapishanelerin ne kadar korkunç olursa olsun, gün gelecek halkını
sokaklarda senin başını isterken bulacaksın.
Libyalıların mektubu: Halkının ayaklanmasına karşı ne kadar vahşice askeri
mukabelede bulunursan bulun ve ne kadar kan akıtırsan akıt, günün sonunda
alaşağı olacaksın. Ne dünya ne de halklar herhangi bir yeni Neron’a karşı suspus
kalacaktır.
Yemenlilerin mektubu: Kabileler üzerinden oynadığın oyunda ne kadar mahir
olursan ol, şüphesiz vakti geldiğinde sen de yaptıklarının bedelini
ödeyeceksin.
Bahreynlilerin mektubu: Mezhepçilik, iktidarını kurtarmayı başaramayacak;
zira göstericiler “ne Sünnilik ne Şiilik, milli birlik, milli birlik” diye
haykırarak devrilene kadar seni kuşatma altına alacaklar. Tercihi [mezhebi
değil,] stratejik olan halkın karşısında fazla uzun süre direnemeyeceksin.
Yazılmakta olan başka mektuplar da var doğal olarak. Ve gün gelecek, onlar
da, bugünlerde ümmetin yolladığı adrese teslim mektupların hala muhatabı
olmadıklarını zanneden sahiplerine gönderilecek. O [müstakbel mektup]
sahipleri ki ümmete yeterince değer vermeyip kendilerini hep olduklarından çok
daha değerli gördüler.
Zavallılar!
Postacının elinde kira sözleşmesinin bittiği ve artık dükkanı boşaltması
gerektiğine dair bir tebligatla çıkagelip kapılarını çaldığı gün, o kralların
ve cumhurbaşkanlarının haletiruhiyelerini bir düşünün.
Mesele şu ki, bunca senedir bizi ve kendilerini yönetmiş bu tehlikeli
budalalar, şu anda bu kutlu Arap Devimlerinden çıkan derslerin tamamını idrak
edebilmiş bile değiller.
Hala aslanın sırtında [yani iktidarda] bulunanların ve yarın ona
binmeye çalışacak olanların -sırtta sağ salim kalıp pençeleri ve dişleriyle
paramparça hale gelmeden aslandan inebilmeleri için- basiretlerini açacağı
ümidiyle (veya vehmiyle) bu derslerin en önemlilerini toparlayabilirsek acaba
en muhtaç olduğumuz bir anda biz bunun dünyada ve ahirette karşılığını görür
müyüz?
İktidardakilerin tarihten ve ümmetin mektuplarından taşan şu hakikatleri
nazarıdikkate alarak ülkeyi yönettiklerini bir düşünsenize:
-
İnsanoğlu sevgi ve
saygı görmek için iktidar ve para peşinde koşar. Yolsuzlukla elde edilen paradan
ve baskı ve yalanla sürdürülen bir iktidardan fayda gelmeyeceği gibi bunlar
sana nefretten ve aşağılanmadan, çocuklarına ve torunlarına da utanç verici bir
isimden başka bir şey getirmez. İktidarda Ömer el-Faruk’un felsefesini dikkate
al. O felsefe ki Arapların ve Müslümanların akıllarına ve gönüllerine Hz.
Ömer’i ölümsüz bir ismi olarak nakşetti.
-
Birisine bir
defalığına yalan söyleyebilirsin, ama herkese her daim yalan söyleyerek
başarılı olmazsın. Yönetimde devrik Tunus lideri Zeynelabidin Bin Ali’nin
felsefesinden uzak dur; o felsefe ki Bin Ali’yi müstehzilerin ağzında bir sakız
haline getirdi. Yıllar yılı ismi hep yalan(cıla)la birlikte anılıp duracak.
-
Gücün meşruiyeti
yerine her daim meşruiyetin (hukukiliğin) gücünü tercih et. Bu daha güvenilir ve
daha sağlamdır. Unutma ki kılıçla yaşayan kılıçla ölür, kılıcı ne kadar keskin
olursa olsun…
-
En baş düşmanın,
(kendi) istediklerini senden koparabilmek için sadece duymak istediklerini sana
duyuran maiyetindeki kötü insanlardır. Onlar, kendilerinin de senin de
bilmediği(n) bir kıyamete, bir helake doğru seni sürüklerler.
-
İster dürüst ve
samimi isterse tarafgir ve imkansızı isteyen türden olsun, muhalefetin
eziyetlerine sabret. Muhalefeti, içine sızıp parçalamadan, devre dışı
bırakmadan veya bastırmadan öylece kendi haline bırak. Zira rejimin ve ülkenin
içinde bulunduğu halle ilgili sana en önemli ve en doğru bilgiyi verecek yine
onladır. İyice şiddetlenip içinden çıkılmaz bir hal almadan halledebileceğin
eksiklikleri sana gösterecek olan da onlardır. Endülüslü şairin veciz bir
şekilde dile getirdiği gibi,
Düşmanlarım bana bir fazlukerem ve
ihsan
Rabbim düşmanlarımı benden
uzaklaştırmayasın
Kusurlarımı araştırmaları sayesinde
hatalardan kaçındım
Rekabetleri sayesinde üst
mertebelere ulaştım
-
Halkını idare ederken
ne kendini dört bir taraftan kuşattırt ne de sen halkını dört bir taraftan
kuşat. En baş düşmanınla muhatap olurken bile kendine ve halkına bir çıkış yolu
bırak, yasaklı işkenceye tevessül etme ve rezilce bir bastırmaya kalkışma - ki
olur da bir yüzleşme vakti gelirse bunun bedeli çok ağır olmasın, senin ve
diğerlerinin kanı fazla akmasın.
-
Halkının sessiz
sakinliği sakın ola ki seni aldatmasın. O halk ki bazen binlerce yıllık
geçmişiyle [olan biteni hafızasında biriktirerek] yaşayan bir canlıdır
ve [vakti geldiğinde] despottan kurtulmak için her yolu, her oyunu
dener. Görünüşteki sessizliği, aslanın işkencecisine saldırmak için vakit
kollayarak otların içinde saklanmasından farksızdır.
-
Sonuncu, fakat bir
o kadar da önemli olan şudur: İyice öğren ve ardından gelmek isteyenlere de
öğret ki bu eğitim ve medya çağında, bu iletişim ve ulaşım teknolojisi
devrinde, bu bireysel ve kolektif özgürlük ideolojileri döneminde iktidar, bir
maceraperestin kazandığı ve kişi kültünden gelen imtiyazlardan faydalanarak oğluna
miras bıraktığı bir savaş ganimet değildir. Milli servetten hak alamazsın,
göstericileri siyasi polis birimiyle bastıramazsın ve modern kurumlar ihdas
ederek bilinci tahrif edemezsin.
Aksine iktidar, artan bir hassasiyet ve titizlikle kolektif denetim altında
icra edilen toplumsal bir görevdir. Güven ve itibar kazananlardan başkası bunu
başaramaz. Onların mottosu da şudur: Milletin efendisi ona hizmet edendir ve
efendilerin efendisi de emirler yağdıran değil, bir ideal, bir mefkure
aşılayandır.
***
Nelerden sonra bu yazdıklarımı dönüp okuduğumda kahkahalara boğuldum.
Asırlarca sultanlara nasihatçi rolü oynayan ve adaletsiz veyahut henüz yeni
başa geçmiş sultanın kıymetli nasihatlerini okuyup da onunla amel edeceğinden
ümitvar olan entelektüellerin naifliğine ben de hiç fark etmeden düşüvermişim.
Talihsizlik şu ki, yozlaşmış sultanlar da onların nasihatçileri de (ki bu
nasihatçilere en iyi halde ütopyacılar, ama ekseriyetle fırsatçılar
diyebiliriz) hiçbir zaman yok olmadı, bundan sonra da yok olmayacaklar. Bu naif
entelektüellerin bir türlü öğrenemedikleri şey şu: Allah’ın kendilerine akıl ve
vicdan bahşettiklerinin zaten nasihate ihtiyacı yoktur, akıl ve vicdandan
mahrum bıraktıklarıysa nasihate kulak asmazlar.
Bize öğretilen en büyük kanunun tarih olduğunu, ama hiç kimsenin tarihten
ders almadığını, tarihin sunduğu tüm derslerin de bir rüzgar gibi uçup boşa
gittiğini ya unuturlar ya da bilmezden gelirler.
“Niye bu kadar kötümsersin?” diye soruyorlar. Bu lanetin çeşitli sebepleri
var:
-
İnsanoğlunun doğası
değişmediği gibi, bireysel veya kolektif tecrübeyle sonradan kazanılan
özellikler de sonraki nesillere miras olarak aktarılmaz. Bu yüzdendir ki
asırlardır aşk, evlilik, ayrılık, dostluk ve düşmanlık hikâyelerinde hiçbir
ilerleme kaydedilememiştir. Tek değişen şey oyuncuların kıyafetleridir, tiyatro
ise tarih boyunca hep aynıdır.
-
Nefsin
özelliklerinden biri zulmetmektir; adalet arayışı özelliğine rağmen… Her
birimiz hem zulmeden zalimleriz hem de zulümden şikayet edip duran mazlumlarız.
Bu yüzden asırlardır zulmün ve zalimin sayısı, tıpkı cimriliğin ve cimrilerin
sayısı gibi, hiç değişmemiştir.
-
Zulüm olgusunun
değişiminde ne dinin ne ideolojinin ne ahlakın ne felsefenin ne de servetin bir
faydası dokunmuştur. İmkan dahilinde olan değişimse, zulüm “makul” sınırları
aştığında devrimden devrime savrularak şiddetli tepkileri azaltabilmektir.
-
Tıpkı iki
hidrojenle bir oksijen atomu bir araya geldiğinde su molekülünün oluşması gibi,
malın, iktidarın ve insanın bir araya gelmesi de otomatik olarak yolsuzluğa ve
zulme yol açar. Ve bu, milliyetten, renkten, ırktan, dinden ve siyasi rejimden
bağımsızdır. Demokrasiyle despotluk arasındaki tek fark, birincisinin
problemlere bir hal çaresi bulma, ikincisinin ise hastalıkları daha da
körükleme becerisidir.
-
İktidarın, bilhassa
despot yönetimlerin doğası, -tıpkı ışığın kelebekleri kendine çekmesi gibi-
iktidar sarhoşlarını megaloman hale getirmesidir. Siyaset alanını
azımsanmayacak miktarda psikiyatrik hastanın buluşma yeri kılan etken de işte
budur. Bazı Arap liderlerin ilahlaştırılması işte bu doğal kanunun
tezahürlerinden biridir. Bunun zirvesi ise Libya lideri Muammer Kaddafi’dir.
-
İktidar bir
uyuşturucudur ve bu uyuşturucuya müptela olan tıbben %100 bağımlı hale gelir.
Öyle ki zevk alması için iktidara muhtaçtır ve aynı zevke varmak için [iktidar]
dozu[nu] giderek arttırması lazımdır. Tıpkı artan dozda alkol ve
uyuşturucu vücut dokularına büyük zarar verdiği gibi, iktidar uyuşturucusu da
yavaş yavaş ama geri dönüşü olmayan şekilde aklın ve ruhun “doku”sunu yıkar.
Diktatörün iktidar uyuşturucusuna bağımlılığı artar; iktidardan mahrumiyet
ağrıların en ağırına yol açacağından onu bırakmamak için her şeyi yapmaya hazır
hale gelir. Morfin bağımlısının hali tam da budur; uyuşturucu parasını bulmak
için adam öldürmeyi bile hazırdır. Ama tabii ikisi arasında önemli bir fark da
vardır: İktidar bağımlıları, uyuşturucu bağımlıları gibi tek bir cinayetle
yetinmeyip milyonları katletmeye dahi hazırdırlar.
-
Bu hastalar ve
çevrelerindeki insanlar geri dönüşü olmayan çok fazla suça bulaşırlar. Bu
yüzden önlerinde [Arap edebiyatının en önemli şairlerinden Ebu Nüvas’ın
şiirinde geçtiği gibi] “hastalığa sebep olan şeyle bani tedavi et”
mottosudan [yani çözüm olarak iktidara daha fazla yapışmaktan] başka bir
seçenekleri de kalmaz. Öyle ki, akıbetleri
“Yeşil Kitap”ın sahibinin [yani Libya lideri Kaddafi’nin] hali gibi
olur: “Bana gelen [musibet] düşmanımı da vursun ya Rabbi!”
Akıllara şu gelebilir: O
halde ümmetin Arap despotlara yolladığı mektuplar boşu boşuna. Zira ne
hezimetlerini itiraf etmeyip saklayanlar ne de bizi hala boyunduruk altında
tutanlar mektupların muhtevasından herhangi bir şey anlayabilir.
Maalesef evet.
Bizi ve kendilerini
tehlikeye sürükleyenlerden batmayıp da su üstünde kalanların yolladığı şu
mesaja dikkat edin: İktidarı asla bırakmayacağız, çünkü bunu yapamayız. Bizi ve
başkalarını çepeçevre kuşatan şeyin bağımlılarıyız. Bu yüzden durumu yeniden
kontrol altına alana, “bulanık” sular mecrasına dönene kadar kah şiddet
kullanarak kah kötülükleri ve vaatleri artırarak iktidarda kalmaktan başka
hiçbir seçeneğimiz yok. Son nefesimize kadar iktidara olan bağımlılığımız
sürecek.
Tunus ve Mısır’da
iktidarı kaybedenlerin yolladığı mesaja dikkat kesilin: Biz mafyanın ve
siyasi polisin artıkları (fülul), eski iktidar partisinin imparatorlarıyız.
Bizi tekmeyle kapıdan dışarı atsanız dahi pencereden geri dönmeye kararlıyız.
Perde arkasından öyle entrikalar çevirip, öyle kaoslar yaratacağız ki sonunda
insanlar devrime olan inançlarını kaybedecekler ve bizim hazırlamakta olduğumuz
yeni bir kurtarıcının sancağı altında istikrara yeniden kavuşmak isteyecekler.
Akla hayale gelmez daha neler göreceksiniz neler...
Onlara yolladığımız
mektuplar muhatapsız kaldığında ve onların mesajları kalplermize korku
saldığında ne yapacağız? Kısa vadede çıkış ne olacak? Peki orta ve uzun vadede
çözüm ne?
İlk görev devrimi
tamamlamaktır. Çünkü seslendiğin, muhatap olduğun [muktedirler] zerrece
tepki vermeyen adeta birer duvar... Müsaadenizle on senedir tekrarlayıp
durduğum şeyi burada bir kez daha dillendireyim: Tehlikeli bağımlılar için bir
çıkış, bir kaçış yolu bırakmak ve peşlerine düşmeme karşılığında [kan
akıtmadan] barışçıl çıkışları için
pazarlık yapmak gerek.
Libya halkının
yaşadıkları, sadece Kaddafi’nin deliliğinden değil, aynı zamanda Uluslararası
Ceza Mahkemesi tarafından Kaddafi hakkında tutuklama emri çıkarma hatasından da
kaynaklanıyor. Tıpkı yaralı bir hayvanın köşeye kıstırılması gibi o da öyle bir
kıstırıldı ki -binlercesinin kanından çok daha önemli olan- kanının son
damlasına kadar kendini savunmaktan başka bir seçenek bırakılmadı.
Duruşumu beğenmeyenlere
şunu hatırlatmak isterim: Kurbana karşı adalet, kısas ve insaf önemli
şeylerdir; ama binlerin hayatını korumak bundan daha da önemlidir. Geçmiş
dönemin artıkları (fülul) için de aynı duruşu sergilemek gerekir. Zira
ekseriyeti, kazanmalarının imkansız olduğunu bildikleri halde sırf
geleceklerinden aşırı derecede korku duyduklarından devrime karşı komplo
kuruyorlar.
Hakikat ve Uzlaşma
Komisyonları kuran Güney Afrika Cumhuriyeti’nin yolundan giderek bu artıkların
şerlerini etkisiz kılmalıyız. Yani siyasi polisten ve iktidar partisinden büyük
suçlular hakkındaki dosyalar tek tek açılmalı ki hakikatler öğrenilsin ve
kurbanlar için adalet sağlansın. Ayrıca iki seçenekten biri, yani ya özür ve
pişmanlıklarını dile getirip af dileme ya da intikam mantığından uzak, şeffaf
davalarda yargılanmak üzere mahkemeye çıkma seçenekleri bu suçluların önlerine
konmalı.
İkinci görev, gelecek
nesilleri –tıpkı Zeynelabidin Bin Ali, Hüsnü Mübarek, Ali Abdullah Salih gibi-
alçak ruhlu büyük hırsızların ve -Kaddafi gibi- deli divanelerin tasallutuna
düşmekten korumak için mümkün olan en güvenli rejimi kurmaktır.
Tarih bize şunu
öğretmektedir: Dinî ve ahlakî nasihatlerin karşılığı çok az alınır. Zira bu
nasihatleri dinleyenler zaten ahlaki davranmaya fıtraten yatkın olanlardır;
böyle bir yatkınlığı olmayanlara ise bilinçlendirici vaazlar ve nasihatler
tesir etmediği gibi, aksine bunlar dini nefsin karanlıkta kalan özelliklerine
hizmeti için kullanırlar.
Dini ve ahlaki eğitim,
sadece fıtri yatkınlıkları aşılamak için sürdürülmelidir. Siyasi sistemin ise
salt eğitimin yeterli olmadığı, -sadece ilahlaştırılma arzusundakilerde değil-
tek tek hepimizin içinde var olan o kötülüğün kuşatılması ve boyun eğdirilmesi
gerektiği verili gerçeğinden hareketle belirlenip geliştirmesi gerekir.
Çok basit bir örnek
vereyim. Hepimiz devlet dairelerindeki vezneler önünde veya bunun gibi başka
yerlerde veyahut havaalanlarında yüz kızartıcı bir kargaşa içinde itişip
kakışırız. Herkes ihtiyacını en önce karşılamak, işini bir an evvel bitirmek
ister. Bu durumu protesto etmek ve önceliği olanlara saygı gösterilmesini
istemek de pek bir işe yaramaz.
Ancak bu kargaşa ve kaos
hali, görevlilerin insanlara tek tek sıraya girmekten başka bir seçenek bırakmayacak
şekilde sınırları belirleyen ipler çekmesi halinde sona erer. Aynısı siyasi
rejimler için de geçerlidir; ortada bir disiplin var mı yok mu buna aldırış
bile etmez, ama bulunduğu makama hiç kimsenin göz dikmemesini ve kendisine
muhalefet edenin de derhal uzaklaştırılmasını zorla dayatır.
Bugün içimizdeki
enaniyeti ve kaos halini felç edecek elimizdeki tek seçenek, tüm eksikliklerine
rağmen demokrasi rejimidir. [Ve bu da demokrasilerde] yargı
yetkisinin devlet başkanının otoritesi dışına çıkarılarak kuvvetler ayrılığının
net bir şekilde sağlanması, yasama yetkisinin sadece meclise hasredilmesi ve
yürütme yetkisinin de ustaca başbakan ile cumhurbaşkanı (veya kral) arasında
dağıtılarak bunlardan herhangi birisinin diktatöre dönüşmesinin önlenmesi sayesindedir.
Bütün bunlar, sivil toplum kuruluşlarının ve özgürleştirilen vatanın tüm
şehirleri ve köylerindeki devrim koruma komitelerinin çok yakından takibi
altında olmalıdır.
Tabii ki demokrasinin
varlığı, yolsuzlukları da zulmü de hastalıklı bir hırs olan kendini
ilahlaştırıp başkaları pahasına yaşama alışkanlığını da ortadan
kaldırmayacaktır. Ama biteviye yetişen -ve her bir beşerin içindeki o karanlık
yüzü yansıttığından ne dinin ne de siyasi düzenin kökten kurtulmakta bir işe
yarayabildiği- o zararlı otları kesme mekanizmalarını bize sağlayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder