SURİYE: KİMLİK KRİZİ
Robert D. Kaplan (Amerikalı dış politika yazar, Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi kıdemli üyesi)
The Atlantic,
Şubat 1993
Tercüme: Zahide Tuba Kor
[Z.T.K. Kaplan’ın
bu yazısı önemli ve dikkat çekici. Zira daha 1993’te (ki bu tarih önemlidir; zira
Hafız Esed’in Körfez Savaşı’nda Irak’a karşı Amerikan öncülüğündeki koalisyonu
desteklediği ve İsrail’le barış masasına oturduğu için Batı’dan büyük övgüler
aldığı, Lübnan’ın üç sene evvel kendisine “teslim edildiği”, bölgede giderek
meşruiyetini artırdığı, dolayısıyla her şeyin yolunda gittiği bir dönemdir)
Suriye’nin bugün yaşamakta olduğu krizi tarihi, siyasi, iktisadi, dini ve
demografik arka planıyla anlatmış. Gelinen noktada öngörüleri aynen çıkmış gibi
görünüyor. Tek fark krizin baba Esed’in ölümünün hemen ardından değil, bundan
11 yıl sonra “Arap Baharı” süreciyle başlaması…]
Suriye’ye ilk
ziyaretimi gerçekleştirdiğim 1970’lerde Şam havalimanında bulunan turist
danışmadaki bir görevlinin bana verdiği haritada, sadece İsrail’in elindeki
Golan Tepeleri değil, antik Antakya şehrinin bulunduğu Hatay bölgesi de ülke sınırları
içerisinde gösteriliyordu. Antakya’yı görmek için görevliye oraya giden turları
sordum. Cevabı ve mahcup tonu beni şaşırttı: “Maalesef, beyefendi, şu an için
bu mümkün değil, belki birkaç ay sonra.”
Akdeniz’in
kuzeydoğu köşesinde bulunan Hatay, bir zamanlar Arapların ve Ermenilerin Türk
nüfusu az da olsa geçtiği bir bölgeydi. 1938’de Türk ordusu bölgeye girerek
Arap ve Ermenileri kaçmaya zorladı ve Türk hükümetinin bölgeyi ilhakının yolunu
hazırladı. Manda yönetimini elinde tutan Fransa bu durumu protesto etmedi ve
işgal edilen nüfus da sesini çıkaramadı. Turist rehberinin mahcupluğu
bağlamında bu tarihi düşünmek beni şu soruya yöneltti: Suriyeliler daha eski
kayıplarını dahi kabullenememişken –ki bu kayıp, Golan’ın aksine, uzunca bir
süredir uluslararası toplum tarafından resmen tanınmakta– 1967’de Golan
Tepeleri’nin kaybını nasıl kabullenebilirler?
Cevabı basit,
kabullenemezler. Hatay örneğinin de ortaya koyduğu gibi Golan’ın kaybı,
zikredilmeyen ama patlamaya hazır bir tarihi
gerçeğin temelini teşkil eden birçok toprak kaybının sadece
sonuncusuydu: Nüfusu tıpkı Lübnan’ınki gibi kan davası güden/ihtilaflı Ortadoğu
azınlıklarının bir karmaşası olan Suriye, Osmanlı sonrası dönemin bir
ulusu/ulus-devleti olmaktan ziyade her zaman Osmanlı İmparatorluğunun bir
bölgesi olarak tanımlanageldi.
Suriye’nin iç
politika psikolojisi, (…) Suriye’nin milli kimliği meselesiyle bağlantılıdır.
Kimlik meselesi önemlidir. Zira Suriye içindeki olaylar Ortadoğu’nun her yerine
yansıyabilir/yankılanabilir.
(…) 19. yüzyılın
başlarından Osmanlı saltanatının çöktüğü Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar
Avrupalı seyyahların Suriye [Bilad-i Şam] adını
verdikleri bölge, kuzeyde Türkiye’deki Toroslardan başlayıp güneyde Mısır’a ve
Arabistan çölüne, batıda Akdeniz’den doğuda Mezopotamya’ya kadar uzanıyordu.
Bugünkü Lübnan’ı, İsrail’i, Ürdün’ü, Irak’ın batısı ve Türkiye’nin güneyini
kapsıyordu. Suriye herhangi bir belirli milli duyguyla bağlı değildi.
Suriye’yi var
eden duygu Arap birliğiydi. Gerçekten de 19. yüzyıl Suriye şehirleri olan Şam
ve Beyrut, gizli kültürel ve siyasal cemiyetleriyle Türklere karşı Birinci
Dünya Savaşı Arap isyanını tahrik etti. Ama isyan, [Suudi] Arabistan’ı
dışarının kontrolünden kurtarsa da –bilhassa Avrupa’ya yakınlığıyla dışarının
sömürüsüne açık hale gelen– Suriye’deki şartları, sadece ve sadece daha da
karmaşıklaştırdı/içinden çıkılmaz bir hale getirdi.
İngiliz-Fransız
rekabeti Suriye’nin [Bilad-i Şam’ın] 6
bölgeye bölünmesiyle sonuçlandı. Kuzey Suriye’nin küçük bir parçası [Hatay]
(…) yeni Türk devletinin parçası oldu (…) Suriye’nin doğu çölleri yeni İngiliz
mandası Irak’ın oldu. Kısa süre sonra yine İngiliz denetimine geçecek güney
Suriye’de İngilizler iki yeni oluşum yarattı: Filistin mandası ve Mavera-i
Ürdün krallığı – ki bu ikincisinin başına İngilizler, savaştaki müttefiki olan,
aynı zamanda Mekke Şerifi’nin oğlu Abdullah’ı getirdi. Geri kalan kısmı ise
Fransızlar alıp daha sonra Lübnan ve Suriye olarak iki parçaya ayırdı.
Lübnan’ın
sınırları öyle bir çizildi ki ekseriyeti Müslüman olan büyük bir nüfusu [Suriye’den
koparak] Fransızlarla müttefik olan, Fransızca konuşan ve tamamen Katolik
olmasalar da Vatikan’la anlaşması bulunan Maruni Hristiyanların yönetimi altına
soktu. Lübnan’ın komşusu Suriye, muhtemel/sözde bir ulusun kıvranan bir
hayaletiydi. Bilad-i Şam toprakları dört bir tarafından kırpılsa da
Suriye, yine de sadece çatışan mezhepler ve dinler ile yerel aşiret
çıkarlarını barındırmakla kalmayacak, aynı zamanda Şam’da –Avrupalıların
oluşturmuş olduğu tüm sınırları ortadan kaldırma hedefindeki– Arap birliği
destekçisi hareketlerin de merkezi olacaktı. Bu yüzden Suriye denilen bölge,
savaş öncesine göre daha derli toplu/yekpare olsa da yeni Fransız mandasında
bütünleştirici çok az nokta vardı. Bir İngiliz diplomat olan Freya Stark,
Fransız mandası [Suriye] hakkında şunu söyledi: “milli duyguları ifade
eden tek bir belirtiyle dahi karşılaşmadım: her şey mezheplerden, nefretten ve
dinlerden ibaretti.”
Suriye’de her
mezhep ve din –büyük ölçüde halen olduğu gibi– belirli coğrafi bölgelerde
toplanmıştı. Merkezdeki Şam, –Hama ve Humus’la birlikte– Sünni Arap çoğunluğun
merkeziydi. Güneydeki Dürzi Dağında, Şam’ın yönetimine direnen ve sınır komşusu
Mavera-i Ürdün’le yakın bağları bulunan, uzaktaki heteredoks Müslüman bir
cemaat olan Dürziler yaşıyordu. Kuzeyde –tamamı kendini Şam’dan ziyade Musul ve
Bağdat’a daha fazla bağlı/yakın hisseden– büyük sayılarda Kürt, Hristiyan Arap,
Ermeni, Çerkez ve Yahudi’yi barındıran kozmopolit bir pazar ve ticaret merkezi
olan Halep vardı. Ve batıda, Lübnan’a yakın [Lübnan’ın kuzeyi] dağlık Lazkiye bölgesinde –Fransız Suriye’sinin
Arap azınlıkları içinde en çok zulüm gören ve itaatsiz/inatçı cemaat olan, ama
postkolonyal Suriye’de dramatik bir etki bırakacak olan– Aleviler
yoğunluktaydı.
Aleviler
–Dürziler ve İslamililer ile birlikte– bin yıl evvel bölgeyi vuran/ezip geçen Şii dalganın
kalıntılarıydı. (…)
Fransızlar
Suriye’yi kontrolleri altına aldıklarında Cezayir ve Tunus’taki sömürgecilik
tecrübeleri henüz zihinlerinde tazeydi [ve bu durum] Sünni Arap
milliyetçiliğine karşı husumetlerini körükledi. Arap milliyetçilinin
yükselişinin önüne geçmek için Fransızlar, Alevilerin yoğunlukta olduğu
Lazkiye’ye ve Dürzi yoğunluklu Cebel-i Dürzi’ye özerklik vererek buradaki
halkları Şam’daki Sünni Araplardan tamamen bağımsız ve sadece Fransızlara karşı
yükümlü bir hale getirdiler. Ayrıca Aleviler, Dürziler ve diğer azınlıklar,
Fransız hükümetinden daha fazla kalkınma sübvansiyonu alsalar da Sünni
çoğunluktan daha az vergi verdiler. [Z.T.K. yazarın anlattıkları
doğru olmakla birlikte eksik. 1925-27 tarihleri arasında yaşanan ve
Fransızların zar zor bastırabildikleri Büyük Suriye İsyanı’nı başlatan
Dürzilerdi ve bu isyan kısa sürede diğer yerlere de yayılacaktı. Yani
Fransızların azınlıklarla ilişkileri de öyle güllük gülistanlık değildi] Dahası
Fransızlar Alevileri, Dürzileri, Kürtleri ve Çerkezleri kendi işgal ordusuna
asker olarak girmeye teşvik etti. (Bundan sonra ordu, Suriye toplumu içinde
yükselme/terfi etme peşinde koşan kırsaldaki fakir Aleviler için gözde bir
kariyer yeri haline geldi) Sünni Arap çoğunluk ise çok sert bir şekilde
bastırıldı. Şam bölgesine bir işgal toprağı gibi muamele edildi ve Alevilerin,
Dürzilerin ve Kürtlerin yardımıyla kabadayı/sert/saldırgan Senegalli birlikler
devriye için görevlendirildi. Sünni Araplar, Osmanlı Türklerinin yönetimi
altında hiçbir zaman yaşamadıkları kadar büyük bir kuşatılmışlık hissi içine
girdi.
Sünni
paramiliter gruplar buna, Şam caddelerinde Fransızlara karşı ayaklanarak
karşılık verdiler. İddia o ki, Araplar ile Yahudiler arasında zaman zaman
patlak veren cemaat çatışmalarına sahne olan İngiliz Filistin’i dahi Fransız
Suriye’si kadar gerilimli ve istikrarsız değildi; zira ülkedeki iki çarpışan
güç –azınlıkların self-determinasyonu ile Sünni pan-Arabizm– bırakın Fransız
yönetimince kontrol altına alınmayı, bilhassa teşvik ediliyordu.
Kısmen kendisini
demokratik olmakla diğer Araplardan ayrı tutan Yahudi devletinin desteklediği,
kısmen de tarihî hafızası pek yok gibi görünen Amerikan medyasının kalıcı hale
getirdiği Suriye’yle ilgili bir mit var: Suriye’nin Arap sakinlerinin ne
demokrasi ne de hukuk devleti tecrübesi var. Oysa bu doğru değil: devasa
anlaşmazlıklara rağmen Suriye demokrasiyi denedi.
İngiliz uzman
Patrick Seale, The Struggle for Syria başlıklı kitabında savaş sonrası
dönemin tarihini yazmış. Tam bağımsızlığı [1946] elde
ettikten kısa bir müddet sonra, ama henüz Fransızların bölücü etkisinin halen
güçlü olduğu Temmuz 1947’de Suriye’de seçimler gerçekleştirildi. Birçok rakip
siyasi cemaatin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bir ülke için sonuçlar
tahmin edildiği gibiydi. Şükrü Kuvvetli’nin yönetimindeki Milli Parti diğer
herhangi bir gruptan çok daha fazla oy aldı, ama sadece bir azınlık hükümeti
kurabildi. Oyların çoğu mezhep çıkarlarını temsil eden bağımsızlara gitti. Görünenin
altındaki gerçeklik ise daha kötüydü. Bir Milletvekilinin Hatıraları /
Memoirs of a Deputy başlıklı kitabında Habib Kahaleh diyor ki “Çevreme
baktığımda sadece çelişkiler, tezatlar yığını gördüm.” İsrail’in 1948 İstiklal
Savaşı’nda Arap ordularına yaşattığı aşağılanma, demokratik yollardan seçilen
hükümeti daha da zayıflattı. Suriye Genelkurmay Başkanı General Hüsnü Zaim 30
Mart 1949’da askeri bir darbe yaptığında –ki bu bağımsızlık sonrası Arap
dünyasının ilk askeri darbesiydi [Z.T.K. Aslında ilk darbe, kağıt
üzerinde 1932’de bağımsızlığını kazanan Irak’ta 1936’da başlıyor]- Şam
sokaklarında kalabalıklar sevinç içinde bunu kutluyordu.
Kendisinin
ardından gelecek birçok Suriyeli lider gibi Zaim de gösterişçi ve müsrifti ve
Fransız Suriye’si olarak anılan ülkede yerel milliyetçilikleri uzlaştıracak
bütüncül bir stratejisi yoktu. Kısa süre sonra devrilecek ve idam edilecekti.
Bir sonraki askeri rejim yeni seçimleri gerçekleştirdi ama oylar tıpkı
1947’deki gibi yine bölünmüştü ve bu demokratik tecrübe de anarşiye
dönüştü. Anarşi Aralık 1949’de Albay Edib Çiçekli’nin yönetimi ele geçirmesiyle
sona erdi. Bu, 1949 yılı içindeki üçüncü askeri darbeydi.
Çiçekli’nin
düzeni tesis becerisi, yabancı gözlemcilerin, Türkiye modeli gibi Suriye’yi bir
ulus-devlete dönüştürecek Arap dünyasının Atatürk’ü olarak methiyeler
düzmelerini sağladı. Ama bu gerçekleşmeyecekti. Çiçekli 1953’te açık
açık Suriye’nin sadece “emperyalizm tarafından suni sınırlarla çizilen bir
ülkenin resmi adı” olduğundan yakınacaktı.” Maalesef haklıydı. 1954’te Çiçekli
[bir darbeyle] devrildi. Bir kez daha sürükleyici güç, ordu içindeki ve
dışındaki çeşitli mezhepsel unsurlar olacaktı.
Bu sırada
Suriye’nin çelişkilerine ideolojik bir çözüm ortaya çıkmaya başladı: Baasçılık.
Bu ideolojiyi başlatan biri Hristiyan, diğeri Müslüman iki Suriyeli Arap’tı. Bu
hareket, radikal ve seküler olan bir çeşit vatanperverlik çağrısıydı ve
dinin yerine sosyalizmi geçirme arayışındaydı. Baasçılığın mezhepsel bölünmeyi
yumuşatma kapasitesi olup olmadığı Çiçekli’nin devrilmesinden birkaç ay sonra
1954 sonbaharında yapılan serbest seçimlerle test edildi. Sonuçlar Batı tarzı
demokrasinin Arap toplumlarının sorunlarına/illetlerine her zaman çözüm
olmadığının erken bir kanıtı gibiydi. Meclisteki sandalyelerin büyük kısmı yine
mezhebi ve aşireti öne çıkaran bağımsızlara gitse de -1949 seçimlerine kıyasla-
en büyük başarıyı kaydeden aslında, komünist tarzı bir ekonomik programı ve
Sovyet yanlısı bir dış politikayı savunan Baas Partisi’ydi.
Suriye
sarsılmaya/sendelemeye devam etti; Mısır, Irak, SSCB ve ABD hepsi ülkenin
içişlerine müdahale ediyordu. Ocak 1958’te Suriyeliler pes ettiler. Kahire’ye
bir heyet uçtu. Mısır lideri Cemal Abdünnasır’a Suriye’yi ilhak etmesi için
yalvardılar ve böylece Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruldu [1958-1961].
Suriye Cumhurbaşkanı Şükrü el-Kuvvetli’nin Nasır’a kendi halkını şikayet ettiği
söylenir: “Yarısı liderlik iddiasındadır, çeyreği peygamber
olduğuna inanır ve en az %10’u kendini tanrı sanır”
Birleşik Arap
Cumhuriyeti, kısmen Sünni olmayan Suriyelilerin giderek Mısır’ın Sünni Arap
yönetimine duyduğu kızgınlık yüzünden 1961’de çöktü. 1963’te Baas Partisi
sonunda askeri bir darbeyle Şam’da iktidara geldi. Ama artık ideolojisinden
daha önemlisi, yönetimdeki subayların etnik yapısıydı: Fransızların
gayretli/çalışkan azınlıkları –bilhassa da Alevileri- askere almaları nedeniyle
Aleviler, sessiz sedasız ordunun içinde kontrolü yavaş yavaş ele geçirmişti.
Aleviler ülke nüfusunun sadece %12’sini oluştursa da genç subaylar arasında
hakim konumdaydılar.
1966’da yeni bir
darbe oldu. Ama bağımsızlığından itibaren ülkeyi kasıp kavuran istikrarsızlıklara
son noktayı koyacak darbe, 1970’te Alevi hava kuvvetleri komutanı Hafız Esed’in
başa geçmesi olacaktı. [Z.T.K. 1963-1970 arasında birçok darbe içinde
darbe yaşanıyor; ülke darbecilerin kendi iç tasfiyelerine sahne oluyor]
Esed şu an
itibarıyla 22 yıldır ülkenin başında. Onun darbesinden evvelki 24 yıl içinde
Şam’da 21 ayrı hükümet değişikliği yaşandığı dikkate alındığında Esed’in
devamlılığı etkileyicidir. Ama daha etkileyici olan, onun ülkenin en nefret
edilen etnik grubuna mensup olmasıdır, öyle ki tarihsel olarak diğer
Suriyeliler tarafından Alevilere -Fransızlara, Hristiyanlara ve hatta
Yahudilere duydukları sempatiden dolayı- hep şüpheyle yaklaşılır/güvenilmez.
Ortadoğu tarihçisi Daniel Pipes Bilad-i Şam/Greater Syria başlıklı
kitabında şöyle bir ifade kullanır: “Alevilerin yönetimindeki bir Suriye, bir
dokunulamazın [yani Hint kast sistemine dahi giremeyen en aşağı konumdaki
Dalitler] Hindistan’da mihrace veya bir Yahudi’nin Rusya’da çar
olması gibidir – yüzyıllarca yönetimi elinde tutan çoğunluk nüfus için şok
edici görülmemiş bir gelişmedir.”
Esed’in uzun
süre iktidarda kalmasına ilişkin nadiren zikredilen bir neden de –ki bu,
Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam gibi aynı dönemlerde yükselen diğer Arap
diktatörleri için de geçerlidir– son model elektronik gizli kontrol/gözetleme
tekniklerini ve Sovyet bloğunun güvenlik danışmanlarını kullanmasıdır. Bunlar
eski diktatörlerin elinde olmayan güçlü, bazen de ölümcül araçlardır.
(1950’lerde Suriye’ye aşina olan Amerikalı diplomatlar, hükümetin kontrol/gözetleme
çabalarının amatörce, güldürücü opera kalitesinde yürütüldüğü,
albenili/cezbedici bir muz cumhuriyeti olarak bu ülkeyi resmederler.) Tabii
Esed’in bir lider olarak olağanüstü becerisi de ayakta kalmasının bir diğer
sebebi. Mesela geçtiğimiz 17 yıl boyunca Esed, sabırlı deneme-yanılmalarla
Lübnan’ın fiilî askerî derebeyi/amiri rolünü elde etti ve böylece Fransızların
Lübnan’ı anavatan Suriye’den koparma suçunu etkin bir şekilde telafi etmiş
oldu.
Bununla
birlikte, -Esed’in liderlik becerisine rağmen- tarihî bulgular, Esed döneminin
–tıpkı Doğu Avrupa’daki komünist yönetimler gibi- kalıcı bir milli birliğin
göstergesinden ziyade tarihsel bir mola/ara olduğunu ortaya koyuyor.
Sünni Arap gücün
geleneksel kalesi olan Hama şehri bu anlamda bir örnektir. 1964’te Hama’da
patlak veren bir isyan, ağır topları Alevi olan mevcut Baas rejimini neredeyse
devirmek üzereydi. En sonunda 1982 Şubat’ında Sünni Arap Müslüman Kardeşler
şehrin kontrolünü ele geçirdiler ve Alevilerin tayin ettiği yetkililer
öldürüldü. Sünni hainler/dönekler daha evvel Halep’te Alevi askerleri
katletmişti. Bu şiddetin kökü asırlık etnik güvensizliğe dayanmakla
birlikte, 1970’lerin sonlarında [Z.T.K. doğrusu 1976’dan itibaren] Lübnan’da
[iç savaşta Müslüman gruplara karşı] Maruni Hristiyanlara Esed’in destek
vermesiyle daha da arttı – [zira] bu adımı Suriye’deki Sünniler
kendilerine yönelik bir Alevi-Hristiyan komplosu olarak gördüler. [Z.T.K. Ardından
bir de 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı’nda Sünni devletlerin çoğu Irak’a
destek verirken Esed’in Şii İran’a her türlü desteği vermesi de ülke içindeki
Sünni-Alevi gerilimini ve şiddeti tırmandırdı] Esed Hama’ya 12.000 Alevi asker göndererek
karşılık verdi. 30.000 kadar Sünni Arap sivili katletti ve şehrin çoğunu yerle
bir etti. 1982 Hama’sı, Esed’in görünürdeki istikrarlı yönetiminin altında
aslında kaynayan bir bölge yattığının kanıtıdır -bugün Suriye uluslaşmaya,
tıpkı Türklerin veya Fransızların terk etmesinin ardından olduğu kadar uzaktır.
Esed altmışlı
yaşlarının başında olsa da hasta olduğuna dair sık sık dedikodular ortalıkta
dolanıyor. Uzunca bir süredir iktidarda olsa da ülke üzerindeki kontrolü
zayıfladığında Suriye bir hesaplaşmayla/hesap günüyle yüz yüze kalacaktır. Amerikan medyası şu anda Esed’in ılımlılığa
doğru kayışını (İsrail’le barış masasına oturma, Suriye Yahudilerine daha
medeni bir şekilde yaklaşma, Batı karşıtı terörizmden kaçınmaya başlaması)
yazıp çiziyor olsa da asıl soru şu? Suriye’nin bugüne kadarki tarihini dikkate
aldığımızda bu politika değişikliklerinin herhangi biri gerçekten bir anlam
ifade eder mi? Unutulmamalıdır ki Suriye, Yugoslavya’yla aynı dünyanın parçası:
Osmanlı sonrası çizilen sınırlar problemiyle şimdi yüz yüze kalan eski Osmanlı
toprağı…
Suriye’nin
geleceğiyle ilgili senaryolar Soğuk Savaş yıllarında Yugoslavya için öngörülene
benziyor. Bugünden baktığımızda söz konusu senaryolar hep mantıksız gibi
görünse de tarihsel perspektiften baktığımızda bunlar kaçınılmaz gibi duruyor.
Suriye böyle
kalmayacak. Büyüyebilir veya küçülebilir, ama teritoryal bir çözümün gerçekten
işe yarama şansı düşük. Bazı Ortadoğu uzmanları gelecekte bir Alevi devletinin
Suriye’den kopma ihtimalinden dem vuruyorlar. Esed’in sahneden çekilmesinin ve
Müslüman radikallerin –yani Sünnilerin- hükümeti ele geçirmesinin ardından dağlık
Lazkiye bölgesi Aleviler için bir sığınak olacaktır. Bu devlet sadece Lübnan
Marunilerinin değil, aynı zamanda –Şam’da Sünni bir Arap devletine karşı Esed
rejiminin eski üyelerine yardım etmekte herhangi bir beis görmeyecek- İsrail
gizli servisinin de desteğini alacaktır. Müslüman Kardeşler mensupları gibi
bazı Suriyeliler, hem İsrail hem de Ürdün devletinin çöküşünü ve bunların
Suriye’ye entegrasyonunu sabırsızlıkla bekliyor, tıpkı 1940’larda özerk Lazkiye
ve Cebel-i Dürzi bölgelerinin Suriye’ye katılımını bekledikleri gibi. Eğer [Hafız]
Esed’in ölümü Şam’da bir kaosa yol açarsa Cebel-i Dürzi bölgesinin Suriye’den
kopup Ürdün’e bağlanma ihtimali söz konusu. Lübnan’ın mevcut
istikrarı Suriye’nin oradaki askeri tahakkümüne bağlı olduğundan Suriye’de
idari kurumların zayıflaması Lübnan iç savaşının tekrar patlak vermesine yol
açabilir.
Suriye’nin
yüreğinin derinliklerinde hasretle beklediği şey –[bir diğer deyişle] çözümsüz
çelişkilerini azaltacak şey- hâlihazırda Balkanlarda yaşanmakta olan sürecin
bir benzerinin bu bölgede de yaşanması. Yani 20. yüzyılın siyasi sonuçlarını
–Suriye bağlamında Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngilizlerin ve
Fransızların yaptığı sınır düzenlemelerini– ortadan kaldırmak istiyor.
Balkanlarda “ortadan kaldırmak” demek, büyük yapının kurucu parçalara ayrılması
anlamına geliyor ve parçalanma hızla devam ediyor. Ama Suriye’de bu tam aksi
bir anlam taşıyor: bütünün kurucu bileşenlerinden yeniden kurulması. Gerçekten
de Suriye, Daniel Pipes’ın dediği gibi, çok daha büyük bir bütünü ihtiva
edebileceği ve “politik oyunların dışında bir bölge” olabileceği bir dünyaya
yeniden dönmek istiyor. Bu da nihayetinde [Suriye’nin] “Arap birliği”
çağrılarının ardındaki saiktir. Ama bu tarz bir şey gerçekleşmeyecektir.
O halde şimdilik
Esed geleceği geciktiriyor/geçici de olsa baştan savıyor. Şu anda Ortadoğu’nun
yaşadığı dönemi tanımlayan/sınırlarını belirleyen Saddam Hüseyin veya bir başka
lider değil, Hafız Esed’dir. Ve Esed’in vefatı, bu kaotik bölgenin onlarca
yıldır şahit olduğu kaosun çok daha fazlasının bir habercisi olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder