MISIRLI BİR LİBERALİN GÖZÜNDEN 10 YIL SONRA MURSİ, SİSİ VE DARBE: “BİZE ‘LİMON GRUBU’ DEDİLER”
Ahmed
Samih Farag, 23.8.2023
Röportajı
yapan: Zahide Tuba Kor
NOT: Blogda
yer alan 900 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden
toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Blogdaki
şahsıma ait yazı, tercüme, fotoğraf ve infografikleri kaynak göstermek şartıyla
kullanabilirsiniz.
Ahmed
Samih Farag, Mısırlı liberal bir gazeteci ve sivil toplum aktivisti. Mübarek’in
devrildiği Tahrir devriminde yer aldı, Müslüman Kardeşlerin adayı Mursi’ye oy
verdi. Daha sonra Mursi’yi deviren Temerrüd Hareketi eylemlerine katıldı. Şimdi
Türkiye’de yaşayan Farag, 10 yıl sonra Mısır’daki devrim ve darbe sürecini
Serbestiyet’e değerlendirdi: “Oyumuzu Mursi’ye verdik. Bize “limon grubu”
dediler. Tadı iyi olmayan bir yemeği yemek için fazlaca limon sıkıp kolay
yenebilir hale getirirsiniz. Limon grubunun oyu olmadan Muhammed Mursi
seçimleri kazanamazdı.” “Müslüman Kardeşler en provokatif eylemi kendi kendine
anayasa yapmasıydı. Bu herkeste devrim kaybedildi izlenimini uyandırdı”. “Sisi
döneminde artık sadece tek hakkımız var, o da ülkeyi terk etme hakkı.”
“Kendinize cennet yarattığınızı zannederken başkalarına cehennemi
yaşatabilirsiniz ve gün gelir, burası sizin için de bir cehenneme dönüşür. Yeni
nesil, (bizim tecrübemize) kulak verip asla her şeyi sadece kendine
alamayacağını öğrenmeli. Ülkenizde herkese yaşayacağı bir alan açmak
zorundasınız. Ve bu durumda bir diktatörün iktidara gelip -herkese değil-
kendine vatan yaratma ihtimali çok yüksek olur.”
Ahmed
Samih Farag, Mısırlı gazeteci ve insan hakları aktivisti. Endülüs Hoşgörü ve
Şiddet Karşıtı Araştırmalar Enstitüsü kurucu ortağı ve yöneticisi; aynı zamanda
Horytna (Hürriyetimiz) radyo kanalının genel müdürü. İstanbul’da yaşayan Farag
ile Mısır’daki darbenin ve Rabia Katliamı’nın 10’uncu yıldönümü vesilesiyle, 10
yıl öncesinde olanları konuştuk.
2011’de
Hüsnü Mübarek’in devrilmesine yol açan sürece devrim dendi. 2013’e gelindiğinde
yönetim değişikliğinin nasıl tanımlanacağı noktasında bir problem yaşandı.
Kimisi buna devrim dedi, kimisi askerî darbe. 2011’den 2013’e Mısır’da tam
olarak neler yaşandı?
Bu,
konuyla yakından bağlantılı bir soru; çünkü bir bütün içinde konuyu anlamadan
tarihin tek bir parçasını alıp değerlendiremezsiniz. Mübarek’i iktidardan
indiren devrimin arkasındaki şey, tüm siyasi grupların Tahrir Meydanı’nda tek
yürek olmasına ilaveten orduydu. Bu yaşandığında ordu Mübarek ve rejiminin
iktidardan uzaklaşmasının önünü açtı. Günün sonunda Mübarek’i evinden alıp
hapse atan orduydu.
2011-2012’de
sivil bir hükümete sahip olabilmek için erken seçimlere gidilmesini ve bir an
evvel anayasanın yazılmasını isteyenler çoktu. Diğerleri ise farklı bir
görüşteydi. Bir değişim dönüşüm dönemindeyiz ve uzun süreli bir istikrarlı
sisteme ihtiyacımız var. Öncelikle bir-iki yıllık geçiş süreci içinde bir
anayasa yapmalıyız ve bu anayasaya dayanarak herkesi memnun edecek bir
toplumsal sözleşmeye varmalıyız. Anayasanın öncelik olup her türlü seçimden
evvel yazılması gerektiğini düşünenlerden biri de bendim.
Bu
süreçte hem toplumu hem de yönetişimi anlama fırsatı yakalayacaktık. Çünkü biz
siyaset nedir biliyorduk ama yönetişim daha farklı bir şeydi. Mısır halkına
hizmeti, siyasetçiler veya aktivistler değil, yöneticiler olarak vermek
gerekirdi ki bunun da sonuçları olacağını anlamak lazımdı. Hükümet olarak
hizmet verirken sadece kendi kesiminizi değil, Mısır halkının tamamını düşünmek
zorundasınız.
Ancak
kanaatimce ordu ve İslamcılar, gerek Müslüman Kardeşler gerekse Selefiler,
anayasanın olmamasından yanaydı. Çünkü anayasaya sahip olmak onların iktidara
erişiminin sınırlanması demekti. Bu yüzden önce seçimlerin yapılması için
orduyla birlikte perde arkasından bastırdılar. Seçimler önce yapıldı ve
Müslüman Kardeşler meclisin her iki kanadında (Halk ve Şura Meclisi) çoğunluk
oluşturmayı başardı. Liberaller, solcular ve diğerleri meclisin sadece üçte
birini aldılar.
Ardından
cumhurbaşkanlığı seçimlerine gittik. Seçimlerin ikinci turunda Müslüman
Kardeşler’in adayı ile Mübarek rejiminin adayı emekli General Ahmed Şefik
yarıştı. Benim gibiler asla Ahmed Şefik’e oy veremezdi. Bu yüzden Dr. Muhammed
Mursi’ye oyumuzu verdik. Bize “limon grubu” dediler. Tadı iyi olmayan bir
yemeği yemek için fazlaca limon sıkıp kolay yenebilir hale getirirsiniz. Bize
bu yüzden limon grubu dediler. Renkli bir isim olduğundan bunu beğenmiştim.
Limon grubunun oyu olmadan Muhammed Mursi seçimleri kazanamazdı. İki aday
arasında sadece 250.000 kadar oy farkı vardı. Seçim sonuçları birbirine çok
yakındı.
Ama
60 yıldır ilk kez serbest ve adil bir seçim yapılmıştı. Bu, çok büyük bir
başarıydı. Uluslararası örgütlerden seçimleri gözlemlemek için gelebildiler.
Seçimler gözlemlenebilir hale gelmişti; bu çok ama çok güzeldi. İnsanlar oy
kullanabilmek için uzun kuyruklara girmişti, bunu unutmak mümkün değil. O ilk
seçim günü çok güzeldi; farklı sınıflardan, farklı siyasi arka plandan gelen,
siyaseti önemseyen veya önemsemeyen bütün Mısırlılar sadece oy kullanmak için
sıraya girmişti. Çünkü her oyun sayılacağını biliyorlardı.
Ama
bunun hemen ardından biz siyasi bir ikileme düştük. Müslüman Kardeşler bütün
gücü eline almıştı; yürütme erki olan cumhurbaşkanlığı, kanun yapma yetkisine
sahip yasama erki olan parlamento. Devrimin bütün fikirlerini
gerçekleştirmediler. Devrim üç temel başlığa dayanıyordu: Özgürlük, onur ve
sosyal adalet. O dönem onur kavramı sorun alanlarından biriydi. Çünkü İçişleri
Bakanlığı geçmişteki alışkanlıklarıyla çalışmayı sürdürüyordu; işkence ediyor,
insanları öldürüyordu. Dolayısıyla onur problemi çok büyük bir problemdi. Biz
iyice kökleşmiş bir derin devlete sahip olduğumuzdan Müslüman Kardeşler
içişleri bakanlığını, istihbaratı ve orduyu kontrol edemiyordu. Yani
yönetimdeydiler; ama iktidarın gereğini yerine getiremediklerinden çok komik
bir konuma düştüler. Görünüşte iktidardaydılar, ama bu gerçek bir iktidar
değildi. Tahrir Meydanı’na giden birçok aktivist öldürüldü. Çünkü emniyet yetkilisi
gerçek mermi kullanalım deyip öldürüyordu. Bu yüzden birçok gösteri de yapıldı.
İçişleri
Bakanı eski sistemin adamıydı. Müslüman Kardeşler’den değildi.
Evet,
Müslüman Kardeşler’den değildi ve eski sistemde çalışmış bir generaldi. İlk
başta emniyet teşkilatından emekli bir generali getirdiler. Ama o da bakanlığı
kontrol edemez hale geldi.
Dolayısıyla
mücadele sürdü. İnsanlar yine sokaklardaydı, kitlesel gösteriler ve değişim
çağrıları yapıldı. Eleştiriler çok büyüktü. Çünkü ilk kez medya kuruluşumuz
vardı. Herkes oradaydı.
Müslüman
Kardeşler en provokatif eylemi gerçekleştirdi; kendi anayasa komitesini kurdu
ve anayasayı yazmaya başladılar. Bazı gruplar temsil edildi; ama komitenin
çoğunluğu ya Müslüman Kardeşler mensuplarıydı ya onlarla bağlantılıydı ya da
arkadaşlarıydı. Ve bu da herkeste devrim kaybedildi izlenimini uyandırdı. Artık
oldukça muhafazakâr bir anayasamız var ve yeni bir Türkiye değil, yeni bir İran
kuruyoruz algısı oluştu. Türkiye ve İran iki büyük Müslüman ülke ama
birbirinden tamamen farklılar. Sonuç çok farklı.
Liberaller
ve solcular niçin anayasa yazma komitesine katılmadı?
İyi
bir davet almadık. Bazıları bunu nafile bir çaba olarak gördü. Bu komite en
azından iki büyük gruba ayrılmalıydı. Bir grup liberalleri ve solcuları, diğer
grup İslamcıları temsil etmeliydi. Böylesi daha adil olurdu. Komitenin başkanı
da tarafsız biri olmalıydı. Ama maalesef başkan İslamcı bir hâkimdi. Komiteyi
yönlendirenler ya eski generallerdi, yani ordu safındandı ya da bundan memnun
olmayan siyasetçilerdi. Ve bu komitedeki herkes istifa etti. Çünkü kitleler
anayasa komitesine karşı sokağa dökülmüş, cumhurbaşkanlığı sarayına
yürümüşlerdi. Müslüman Kardeşler aktivistleri ve polis, oturma eylemi yapanları
dövmeye, işkence etmeye başladı. Mübarek rejimine karşı birlikte sokağa
döküldüğümüz eski arkadaşlarımız, oturma eylemine katılan arkadaşlarımızı
dövdü.
Bu
adil değildi. Eski arkadaşlarınız tarafından ihanete uğrayınca kendinizi köşeye
sıkışmış hissediyorsunuz. Siz herkes için daha iyi bir ülke isterken eski
ortaklarınız kendileri için daha iyi bir ülke isteyince kendinizi köşeye
sıkışmış hissediyorsunuz. Bu hiç de iyi bir duygu değildi. Ve bu çok fazla
bölünme yarattı. Son derece karmaşık bir dönemdi.
Askeri
istihbarat Temerrüd adında bir hareket kurdu. Ama o dönem kimse bunun bir
istihbarat işi olduğunu bilmiyordu. Bu hareketin başındakiler aktivistlerin
ikinci ve üçüncü nesliydi. Benden iki nesil daha genç olanlardı. Onları
sokaklarda aktivist olarak görüyorduk. Kimisi de gazeteciydi. Haydi isyan
edelim fikriyle ortaya çıktılar. Temerrüd isyan manasına geliyor. Bize de
tamam, bu harekete yardımcı olalım dedik. Hareket, sadece Cumhurbaşkanı
Mursi’yi görevden alma çağrısı yapıyor, böylelikle erken seçimlere gitme ve
herkes için tarafsız bir anayasa yazımına başlama fırsatı sunuyordu. Fikir kötü
değildi. Bu hareket çok aktifti. Ama dürüst olmak gerekirse ben bu denli
popüler olmasını beklemiyordum.
Niçin?
Ben
hep sokaklardaydım. Bir hareketin büyüyüp gelişmesi yıllar alır. Bu hareketin
tabana bu kadar hızlıca yayılması beni şaşırttı. Hiç unutmam, bir keresinde
annemi ziyaret etmiştim ve yaşlı hanımlar evde çay-kahve içiyordu. Zannedersem
sizde de aynı gelenek var. Annemi, Temerrüd Hareketi’nin siyasi aktivisti
olarak buldum. Mahalledeki bir genç kızda (Mursi’yi istifaya zorlamak amacıyla
hazırlanan) birçok imza kâğıdı varmış. O kâğıtları anneme getirmiş. Annem de
bütün kadınları imza atmaları için eve davet etmiş. Hepsi kâğıtları
imzalıyordu. Çok komikti. Annem, bütün arkadaşlarımız, komşularımız siyasi
aktivist oluvermişlerdi. Bu çok yeni bir şeydi. Ama aynı zamanda Müslüman
Kardeşler’in her şeyi kendine almaması gerektiği konusunda toplumsal bir
mutabakat olduğunun da bir göstergesiydi. Bu tehlikeliydi.
O
dönemde hangi stratejist Müslüman Kardeşler’e yardım ediyordu bilmiyorum. Ama
onların stratejisi, her şeyi çabucak kazanalım idi. Bu da ortalama bir
Mısırlıya reformist, İslamcı, iyi insanların yeni bir tarzı seçip fırsatçı bir
gruba dönüştüğünü gösterdi. Ve bu da insanları çok kızdırdı.
Toplumdaki
bir cereyanı çok iyi hatırlıyorum. Bu bana çok tuhaf gelmişti, tıpkı yaşlı
hanımların Temerrüd için imza atması gibi. Başörtülü kızlar, örtülerini
çıkarmaya başladı; bunlar belirli kişiler değildi, toplumsal bağlamda yaşanan
bir cereyandı. Bu arada ben başörtünün çıkarılmasına karşı değilim. Ama
nedenini sorduğumda, “Eğer İslamcılar buysa, projeleri bizim beklediğimiz şey
değil. Dış görünüş hiçbir şeyi temsil etmez” demeye başladılar.
Bu,
ne zaman yaşandı?
2012-2013
arasındaki bir yılda oldu. Eski eşimin kız kardeşini hatırlıyorum; ortaokuldan
beri örtülüydü. 11-12 yaşında örtünmüş ve ben buyum demişti. Ama bu süreçte
başörtüyü çıkardı. Sebebini sorduğumda bana “Ben bu insanlara artık güven
duymuyorum” dedi.
Hiç
kimse ordunun Temerrüd hareketini yüzde 100 desteklediğini bilmiyordu. 30
Haziran’dan önceki bir zaman diliminde birçok bilgiyi öğrenmiştim. Nihayetinde
ben bir gazeteciydim. Sahadaydım. Gün boyunca hep siyasetçilerle bir araya
geliyordum. Herkesle arkadaştım. Liberal olduğum için insanlardan nefret
duymam. Herkesle geçinirim; belli birkaç konuda hemfikir olmasak da bu,
birbirimize olan saygımızı yok etmez veya toplumda her birimizin temsil ettiği
değeri ortadan kaldırmaz. 30 Haziran’a gelinceye kadar pek çok insanın Müslüman
Kardeşler’e karşı daha fazla eyleme geçmek istendiğini keşfettim. Korkmadım;
ama toplumda gerilimin giderek arttığını hissetmeye başladım, keza reddedişin
de.
Mısır
toplumu özünde dindar bir toplumdur. Ama dindar bir hükümete sahip
olduklarında, nasıl desem, çok kışkırtıcı olmaya başladılar. Dindar bir
hükümetin kendilerini temsil etmediğini düşündüler. Onların da bizim gibi
mahallelerden gelen, kendi içlerinden çıkmış ortalama insanlar olduğu
kanaatindeydiler. İki farklı bakış açısına sahipler ve din üzerinden siyaseti
manipüle ediyorlar algısı, sonuçta güven seviyesini her geçen gün azalttı. Bu
benim açımdan çok ilginçti. Açıkçası bunu hiç beklemiyordum.
The
Times gazetesiyle konuştum. İngilizcem iyi olduğu için çok
sayıda uluslararası basından gazeteci arkadaşım var. 30 Haziran’dan önce The
Times’ın temsilcisiyle konuştum ve ona muhalefet liderleri ile ordu
arasında doğrudan iletişim olduğunu, çeşitli toplantılar yapıldığını, öğle
yemekleri yendiğini ve insanların bir şeylere hazırlık yaptığını söyledim.
Ben
de 30 Haziran “Devrimi”ni destekliyordum. Destekçi sayılarına gelince,
doğrusunu söylemek gerekirse, 30 Haziran’ı (2013) destekleyenlerin sayısı 25
Ocak’ı (2011) destekleyenlerden daha fazlaydı. Çünkü her şeyden evvel (2013’te)
toplum daha özgürdü, hiçbir hükümet baskısı yoktu. İnsanlarda değişim
çağındayız, her şeyi değiştirebiliriz diye bir heves ve hırs vardı.
25
Ocak’a kıyasla (2013’te) daha fazla sıradan Mısırlı siyaset sahasına girmişti.
25 Ocak (Devrimi), polisin ve hapishanenin ne olduğunu bilenlerce yapılmıştı.
Onlar çok fazla acı çekmişlerdi. Siyaset oyununun nasıl oynandığını
biliyorlardı. (30 Haziran’da ise) Yeni gelenler durumu çok değiştirdi ve işler
daha da zorlaştı. Çünkü o dönemde, inanamazsınız, herkes siyaset konuşuyordu.
Herkes ekonomiyle ilgileniyordu. Kafedeki çaycı bile sizinle siyaset
konuşuyordu. Bu parti hakkında ne düşünüyorsun? ABD’de olup bitenler hakkında
fikrin ne? İsrail-Filistin konusunda ne düşünüyorsun? Yani siyaset çok popüler
hale geldi, halka indi. Adeta Mısır çayına dönüştü. İnsanlar bir yandan çayını
yudumlayıp diğer yandan uluslararası siyaseti, bölgesel siyaseti, iç siyaseti,
ekonomiyi konuşuyordu. Herkes tartışıyordu. 25 Ocak’ta durum böyle değildi;
toplumun entelektüel bir kesimi değişim için ortaya çıkmıştı. 30 Haziran’da ise
meydanda çok büyük sayıda insan olmakla birlikte, hükümeti devirecek
değişikliğin nasıl olması gerektiği konusunda azıcık bir fikirleri vardı ve
hepsi bu kadardı.
Bir
siyasetçi ve gazeteci olarak, siyasi geçmişiniz ne olursa olsun, günün sonunda
insanların aynı bakış açısını paylaşıyor olması sizi mutlu ediyor. Muazzam
kalabalıklar aynı bakış açısını, aynı gündemi paylaşıyorsa kendinizi mutlu
hissedersiniz, daha çok desteklendiğinizi hissedersiniz.
Gerçekten
aynı gündeme mi sahiplerdi?
Hayır,
mesele de buydu. Halkın gündemi, Mursi’yi yürütme erkinden indirip seçimlere
gidelim idi. Yani Müslüman Kardeşler siyasette olacaktı ama daha çeşitlenmiş
bir meclis ve hükümet olacaktı. İnsanların hemfikir olduğu gündem buydu; ama
ordunun gündemi farklıydı.
Sokaklardaki
insanların bir kısmı da aslında eski rejimin adamlarıydı.
Evet,
birçoğu öyleydi. Eski nesil 25 Ocak Devrimi’ne katılmamıştı, genç nesiller
sokaklara inmişti. Eski nesil evlerinde kalıp (gençlere) siz ne yapıyorsunuz
demişti. Ama 30 Haziran’da, daha evvel anlattığım gibi, annem de dahil eski
nesilden birçokları son derece aktifti. Çünkü bu dönemin Mısır’ı daha az
istikrarlı kıldığı düşüncesindelerdi. Daha fazla insanın sokaklara çıkması,
ilginç bir tecrübe olmakla birlikte, her zaman iyi bir şey değildir. Çünkü
işçiler çalışamıyor, ekonomi çöküşe geçiyor, müşteri kalmıyor, iş olmuyor ve
herkes sıkıntı çekiyor.
Müslüman
Kardeşler sadece bir yıldır iktidardaydı ve hükümeti bile kontrol edemiyordu.
Evet.
Birçok
şeyi yapamadılar. Evet, muhalefet birçok şeyi eleştirebilir ama hükümeti bile
kontrol edemiyorlardı. Büyük planları da yoktu. Hazır değillerdi.
Büyük
planları vardı. Buna Rönesans Planı dediler. 100 gün içinde muazzam değişimler
yapmayı vaat ettiler. Bu koca bir şakaydı. Herkes dalga geçti. Çünkü
birilerinin masaya oturup yazmaya başladığı hayaller günün sonunda yasal olarak
uygulamaya geçemez. Kanaatimce bu, her makamı almalarından kaynaklı bir
hataydı.
Hepsini
almayı gerçekten bekliyorlar mıydı? Başlangıçta (meclisteki bütün sandalyeler
için) yarışmayacağız demişlerdi. Kendi iç karar alma mekanizmalarında bu konuda
çokça tartışma yaşanmıştı. Hatta cumhurbaşkanlığı seçimleri için aday çıkarmak
istememişlerdi. Bu, kendi içlerinde büyük tartışma konularından biriydi.
Çok
büyük bir tartışma değildi.
Ben
birçok kişiye sordum. Bu konuda Müslüman Kardeşler’in kendi iç karar alma
mekanizmasında üç oylama yapılmış. İlk iki oylamada cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde aday çıkarmama yönünde bir eğilim varken üçüncü oylamada az bir oy
farkıyla seçimlere katılma kararı çıkmış.
Aynen
öyle. Ancak o dönem teşkilattaki ana oyuncu, -Allah yardımcısı olsun, şu an
hapisteki- mühendis Hayrat eş-Şatır’dı. Kanaatimce seçimlere girilmesi için çok
zorladı ve kendisi cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yarışmak istiyordu.
Evet,
ama diğerleri onun kadar zorlamadı. Başlangıçta (sürece bu denli girme) kararı
almamışlardı. Ben bütün sürecin ordunun istediği istikamette ilerlediği
kanaatindeyim. Kimlerin cumhurbaşkanlığı seçiminde yarışıp yarışmayacağına
yargı karar verdi. Sahne gerisinde oyunun kurallarını belirleyen ordu ve eski
rejimdi, hiçbir devrimci grup değildi.
Mübarek’in
görevi bıraktığı 18 Şubat’tan ilk meclis seçimlerine kadarki dönemde ordunun en
başarıyla yaptığı şey, siyasi grupların arasına çok fazla nifak sokmasıydı.
Böl-yönet ordunun ana stratejisiydi. Ordu, (Müslüman Kardeşler’le) kapalı
kapılar ardında konuşurken “Siz çok güçlüsünüz, sizi destekliyoruz. Neden
(yarışa girip) hepsini kazanmıyorsunuz?” dedi. Aynı şekilde liberallerle kapalı
kapılar ardında bir araya geldiğinde “Müslüman Kardeşler hepsini alacak. Ama
biz yine de sizi destekleyeceğiz, ülkeye sahip çıkmamız lazım” dedi. Solcularla
bir araya geldiğinde de aynısını yaptı; “Müslüman Kardeşler iktidarı alacak ve
belki sizi hapse atacak” diyerek.
Aynı
şekilde Selefileri siyasete davet ettiler…
Evet,
“Siz büyük bir grupsunuz, niçin parlamentoya girmiyorsunuz?” dediler. Selefiler
1400 yıl öncesinin fikirlerine sahiptiler ve bu fikirler modern bir ülkede ve
toplumda uygulanabilir değildi.
Demek
istediğim şu: Devrimciler ve sokağa dökülen kitleler arasında hiç kimse oyunun
kurallarını bilmiyordu. Eski rejim ve ordu bütün koşulları oluşturdu ve halk da
sahnede bunları oynadı.
Müslüman
Kardeşler’in iyi yaptığı tek şey, -ki herkes bu başarısından çok memnundu-
pirinç, yağ, şeker gibi temel gıda ürünlerinin fiyatını kontrol etmeyi
başarmasıydı. Ve bunu yapan genç bakan şu an hapiste. Müslüman Kardeşler’in tek
başarılı siyasetçisiydi. İnsanları gerçekten rahatlatacak bir şey yapmıştı.
Ancak
ekonomi aynı zamanda ordunun alanıydı.
Evet.
O dönem ordu, ekonominin yüzde 30’unu elinde tutuyordu. Şu an zannedersem yüzde
70’i kontrollerinde.
Mübarek,
Mursi ve Sisi dönemlerini siyasi, iktisadi, toplumsal düzeyde ve temek haklar
bakımından mukayese edebilir misiniz?
En
temel haklar konusunda, ister inanın ister inanmayın, Mübarek döneminde durum
iyiydi. Mursi döneminde çok iyiydi. Eğer 1 ila 10 arasında bir puanlama yapmam
gerekirse Mübarek dönemi 7 idi; Mursi döneminde 8, hatta 9’du. Sisi döneminde
ise sadece 2. Artık tek hakkımız var, o da ülkeyi terk etme hakkı. Bazen bu
hakkı bile elimizden alıyorlar. Evet, birçok insan öldü gitti.
İktisaden
durum nasıl?
Mübarek
döneminde yolsuzluk vardı. Bunu biliyordunuz. Ama piyasaya girerken kimse sizi
durdurmazdı. İyi fikirleriniz ve biraz paranız varsa piyasaya erişebilirdiniz.
Allah rahmet eylesin, Dr. Mursi döneminde de benzer şekilde daha fazla fırsat
vardı. Değişimin mümkün olduğunu hissettiğinde herkes gelir. Yatırımcı gelir,
işadamı gelir, yeni fikirler gelir, girişimciler gelir. Gençler, harika
fikirlerle ortaya çıkar, işi büyütmek için biraz para koyacak birini arar. Yani
(Mursi dönemi) eğer iyi fikirleriniz varsa, piyasaya girip çok kısa sürede kâr
elde edebileceğiniz bir dönemdi. Şimdi (Sisi döneminde) ise piyasaya girmenin
kendisi bile başlı başına zor. Çünkü ordu her şeyde rakibiniz, kahve ve sandviç
dükkanı da dahil. Benden küçük mesela 25 yaşında bir genç, arkadaşlarıyla
birlikte küçük bir sandviç dükkânı açmak isterse hemen yanı başında orduyu
aynısını yapmış olarak bulur. Bu, çok büyük ve imkânsız bir rekabet. Yani gelip
kolayca işi ele alıp sizi çok kısa sürede piyasadan çıkarıyorlar.
Peki
ya siyaseten?
Aynı
şekilde. Mübarek döneminde iktidar tepedeydi, diğer herkes aşağıdaydı; ama
yukarı ile aşağı arasında bir bağlantı vardı. Bir bakanla veya milletvekiliyle
konuşabilirdiniz; söyledikleriniz onlara mantıklı gelirse işler daha kolay
yürürdü. Mursi döneminde herkes aynı konumdaydı; herkesle konuşabilir, herkes
birbiriyle karışabilir, hükümetle konuşabilirdiniz, hiçbir problem yoktu. Şimdi
ise (Sisi döneminde) tepede iktidar, aşağıda son derece bölünmüş bir halk var;
halkın birçoğu benim gibi yurtdışında, kalanlar da ya hapishanede ya da evinde
olup tamamen susmuş durumda. Siyaseti bıraktılar; çünkü (Mısır’da) siyaset kişiyi
hapishaneye veya mezara götürebiliyor. Ve bu bir problem.
Bu
durumda üç dönemi mukayese ettiğinizde en iyisi Mursi’ninki gibi görünüyor…
Mursi
dönemi ve Mübarek sonrası. Mursi’ninki sadece bir yıl sürdü.
Evet,
eğer ki halk bir süre bekleyebilseydi erken seçime gidilebilecekti ve işler çok
daha iyi olabilecekti.
Kanaatimce
değişim döneminde insanlardan beklemelerini istemek akla mantığa aykırıdır.
Çünkü eğer ki her şeyin değiştiğini görüyorsam neden sabırlı olayım? Müslüman
Kardeşler oyları kazanabildi ama güveni kazanamadı. Oy aldılar. Ama ardından
halk onların sözlerini yerine getireceğine itimat etmedi. İnsanlar bir tür
aldatmacanın yaşandığını, zihinlerde ve gündemlerde bir tür değişimin olduğunu
hissetti ve bu, problemli bir durum. Halk bir siyasetçiye inanmıyorsa, kuşku
duyuyorsa istifa etmesi gerekir.
Peki,
bu güvensizlikte medyanın oynadığı rol nedir? Kanaatimce medya bu güvensizlikte
önemli bir rol oynadı.
Evet,
medya önemli bir rol oynadı, toplumda çok fazla bölünme de yarattı. Halk da
Müslüman Kardeşler’e karşıydı, medya da. Bunu anlıyorum. Onlar da muhalefet
olmak istediği için bunu yaptı. İlk kez Mısır medyası serbestçe bir muhalefet
rolü oynadı ve bunu çok iyi yapmak istedi. Müslüman Kardeşler’in gündemi, son
derece somut bir metinden ve dinî kurallardan geldiğinden bu kuralları modern
bir toplumda uygulamaya çalıştığında birçok bölünme yaşandı ve bu da onlar için
büyük bir problemdi.
Sisi’den
sonra yeniden yazılan anayasa nasıldı?
Sisi
döneminde yazılan anayasa, ister inanın ister inanmayın, çok iyiydi. 2014
Anayasası son derece iyiydi. Sorun şu ki, anayasa metni gayet liberal
olduğundan Sisi 2019’da değişiklikler yapma ihtiyacı hissetti.
Ama
bu anayasa metni uygulanmadı da…
Uygulanmadı.
Ama metin çok iyiydi.
Yani
anayasa metni kendi başına bir anlam ifade etmez.
Aynen
öyle.
Ordu,
halkın beklentisi nedeniyle yeni bir anayasa yaptı, uygulamak için değil… On
sene evvel dünyanın gözü önünde Rabia Meydanı’nda bir katliam yaşandı. Bu
katliamı gördüğünüzde ne hissettiniz?
Öncelikle
hayatını kaybeden herkesin ailesine ve arkadaşlarına taziyelerimi iletmek
isterim. Sadece o gün değil, o hafta boyunca… Çünkü bu, ülke çapında bir
eylemler zinciriydi. Rabia ve Nahda meydanları civarında 600-700 kişi vurularak
öldürüldü. Evler ve arabalar yakıldı. Polis memurları da hayatlarını kaybetti.
Mısır’ın güneyinde 50 kilise ateşe verildi. Mısır toplumu için çok ama çok acı
günlerdi. Herkesin kanı döküldü ve bedel ödedi.
Çok
çok uzun bir süre ordu komutasının niçin bu yolu tercih ettiğini anlamadım.
Yani bir grup insanı saf dışı bırakmak için niçin kanı ve silahı seçtiler? Ordu
çok daha fazla insan gücüne sahipti, daha fazla fikirleri vardı. Geçen hafta
ortaya çıkan yeni belgelere göre başka planları da tartışmışlar.
Rabia
Meydanı’na müdahaleden evvel ben, İçişleri Bakanlığı tarafından bir istişare
toplantısına danışman olarak davet edildim. Oturma eylemini dağıtmanın
uluslararası standardı nedir diye. Daha evvel belki hatırlarsınız, (ABD’de)
Wall Street’i İşgal Et hareketi vardı. Wall Street’i İşgal Et eylemleri New
York Polis Departmanınca dağıtılmıştı. O dönem New York’taydım ve Wall
Street’teki oturma eylemlerini görmüş, fotoğraflarını çekmiş, Facebook’ta
paylaşmıştım. Ben onların siyasi gündemine kesinlikle katılmıyordum ama olan
biteni takip etmiştim. (New York polisi) meydanı dağıtırken yaralanma ve ölüm
olmamıştı. Polisin çok profesyonelce bir işiydi. Mısır’da İçişleri Bakanlığının
da bu düzeyde iyi bir iş çıkarmak istediğini düşünmüştüm, hukuku uygulayarak.
Toplantıda şunları dedim. Öncelikle bu bir mahkeme kararına binaen olmalı,
polis kararına göre değil. İkincisi, bu sabah vakti olmalı, gece değil.
İnsanlar uykudan karşısında polisi görerek uyanıp da panikleyip birbirini
öldürmeye başlamamalı. Üçüncüsü, biz neden buradayız, amacımız ne bunu
açıklayan bir hukuki uyarı olmalı ve oturma eylemlerine katılanların meydandan
ayrılıp evlerine dönebilmesi için güvenli çıkışlar olmalı. Dünyada oturma
eylemleri dağıtılırken, New York’ta Wall Street’i İşgal Et eylemlerinde üçer
polis bir kişiyi tutup meydandan dışarıya taşıyordu, vurup öldürmüyordu. Ben
toplantıya böyle bir ruhla gelmiştim. Dört bakanlık yardımcısı karşımda
oturuyordu. Arkada da üç yaşlı emniyet yetkilisi not alıyordu. Bu onlar için
oldukça önemli bir toplantıydı. Belki de uluslararası ilişkilerimin olduğunu
bildikleri için (beni davet ettiler). Sürekli yabancı gazetecilerle konuşan
biriydim. Belki de medyaya iyi bir izlenim vereceğimi düşündüler.
Ancak
farklı çalışma gruplarında bulunduğum için askerî eylemler, askerin sivillerle
ilişkileri hakkında biraz okumuşluğum vardı. Ordunun veya polisin her
harekâtının yazıyla kayıt altına alınması gerektiğini biliyorlardı; harekâtlar,
şimdi şunu yapacağız, şimdi bunu yapacağız diye emniyet yetkilisinin kafasına
göre şekillenmez. Her harekâtın yazılması ve onaylanması gerekir ki her şey
hukuki hale gelsin. Harekâta kaç kişi katılacak? Kaç tane ve ne tür silahlar
alınacak? Yani önceden belli bir idari ve hukuki çalışma yapılması gerekir.
Onlara
“Harekât için yazılı bir planınız var mı?” diye sordum. Kibirli bir edayla
“Evet, tabii ki var” dediler. “Eğer bu elinizde yazılı bir belge olarak varsa,
harekâttan kaynaklı can kaybı beklentiniz de olmalı. Ne kadar can kaybı
bekliyorsunuz?” diye sordum. Bana “3000” cevabını verdiler. Resmî toplantıda
bana 3000 can kaybı beklediklerini söylediler.
Dedim
ki “Bu bir katliam olur. Hangi gerekçeyle olursa olsun 3000 Mısırlının
öldürülmesi bir katliamdır. 3000 kişiyi siyasi görüşü var diye öldüremezsiniz.”
Onlara bunun hükümet ile Müslüman Kardeşler arasında bir satranç oyunu olduğunu
söyledim. “Neden satranç oyununu bir boks maçına çeviriyorsunuz?” dediğimi çok
iyi hatırlıyorum. Onlar da bunun için çabalıyoruz falan filan dediler. Ancak
bunun çok büyük (bir operasyon) olacağını ve kayıpların da büyük olacağını
erken bir tarihte gayet iyi biliyordum.
Emniyet
yetkilisine “Bu can kaybından kaçının birliklerinizden olmasını bekliyorsunuz?”
diye sordum. “750 kişi” dedi. yani 750 polisin ölümle yüzleşeceğini söyledi. Bu
da demekti ki polisler ve askerler oturma eylemini dağıtmaya ölebilecekleri
düşüncesiyle geleceklerdi. Yani risk çok yüksekti. O toplantıda bana çok sayıda
silahları olduğunu, orada çok sayıda eğitimli eski askerler bulunduğunu ve
çatışma beklediklerini söylediler.
Ben
zavallı bir Mısırlı aktivisttim. Benimle olan küçük bir örgütlenme vardı, o
kadar.
Toplantıdan çıkışımın ikinci günü üç farklı yabancı gazeteciyle görüştüm.
Onlara katıldığım toplantıda öğrendiklerimi anlattım. Beklenen can kaybı
sayısını erkenden ifşa etmek istedim, sadece Müslüman Kardeşler liderlerini ve
dağıtılacak insanları uyarmak için değil, aynı zamanda dünyada herkesi
teyakkuza geçirmek için.
Hem Foreign
Affairs (dergisi) hem de Wall Street Journal (gazetesi)
bunu, oturma eyleminin dağıtılmasından iki gün evvel 12 Ağustos’ta yayınlayıp
uluslararası alanda yaydı. Mısır medyası tarafından İngilizceden Arapçaya
çevrilip yayıldı. Medya beni arayıp uluslararası medyada yayınlanan bilginin
doğruluğunu sordu, teyit ettim. Yani herkes kayıpların çok büyük olacağını biliyordu.
Ve Müslüman Kardeşler’in genç aktivistlerinden bir arkadaşımı arayıp
generallerin katliam yapmak istediğini söyledim. (Meydandan) uzaklaşmalısınız,
stratejinizi değiştirmelisiniz dedim. Hiç kimse dinlemedi. Herkes bunun
gerçekleşmesini istedi. Herkesin o üzücü günde öyle ya da böyle dahli var.
İster
inanın ister inanmayın, uluslararası medyayla konuştuğumdan polis beni (bir
daha) davet etmedi. (Operasyonun) zamanlamasını bana kim söyledi? Genç bir
kameraman. Üniversitedeyken radyomda çalışmıştı. Mezun olduktan sonra çok
popüler bir medya kuruluşunda çalışıyordu. Gece yarısı saat 1.00’de beni aradı
ve bana “Ahmed Bey, oturma eylemi yarın şafak vakti dağıtılacak” dedi.
Ben
de kendi imkânlarımla arabama atlayıp oraya gittim. Hiç de iyi bir gün değildi,
iyi bir haber de değildi. İlk andan itibaren her yerde bir eylem zincirini
görebiliyordunuz. Herkesin ya yaralandığı ya öldürüldüğü ya da hayatta kalmaya
veya karşı koymaya çalıştığı bir eylem zinciriydi. Bütün bunlar yeni bir Mısır
yaratmak için yapıldı. Yeni Mısır’ı o gün General Sisi yarattı. İki taraftan da
insanlar öldüler; çünkü Sisi çok şiddet dolu bir yeni Mısır yaratmak istiyordu.
Herkes korkmalıydı. Herkes devletten korkmalıydı, herkes birbirinden
korkmalıydı.
Şimdiye
kadar Sisi rejimini ayakta tutan da bu; herkes hala birbirinden korkuyor ve
herkes hala hükümetten korkuyor. Ama korkuya dayalı bu devasa rejim fazla uzun
sürmeyecek.
Beklentiniz
nedir? Herhangi bir değişim bekliyor musunuz?
Mısır
büyük bir ülke, gayet medeni bir halkı var. Binlerce yıllık bir medeniyete
sahibiz. Bütün tarih kitaplarında yer alıyoruz. Son 10 yılda yaşadıklarımızı
Türkiye’de siz daha önce defalarca yaşadınız. Askerî darbeler, ordunun iktidar
olması…
Ama
sizdeki düzeyde bir katliam olmadı.
O
seviyede bir katliam olmadı ama siz buna karşı mücadele yürüttünüz. Ve sivil
bir hükümete sahip olmak için dünyanın gidişatını, tarihin gidişatını
değiştirdiniz. Zaman içinde Mısır’da da bu olabilir.
Son
olarak, 2011’den bu yana genelde Ortadoğu’da, özelde Mısır’da yaşananlar
ibretlik derslerle dolu. Gelecek nesillerin aynı hatalarının düşmesi için bu
süreçte çıkardığınız en önemli dersleri bizimle paylaşır mısınız?
Bir
ülke, aynı topraklarda yaşayan farklı renklerin, farklı mezheplerin, farklı
dinî görüşlerin, farklı siyasi görüşlerin, hatta hiçbir dinî görüşü olmayan
insanların paylaştığı ortak bir mekândır. Bu mekândan bir cehennem
yaratabilirsiniz. Kendinize cennet yarattığınızı zannederken başkalarına
cehennemi yaşatabilirsiniz ve gün gelir, burası sizin için de bir cehenneme
dönüşür. Yeni nesil, (bizim tecrübemize) kulak verip asla her şeyi sadece
kendine alamayacağını öğrenmeli. Başkalarının da bir parçası olacağı bir alan
her zaman bulunmalı. Diğerlerini düşünmeden, hatta çok çok küçük bir insan grubunu,
çok çok küçük bir dini, mezhebi veya iktisadi azınlığı göz ardı ederek olmaz.
Vatanınızda, ülkenizde herkese yaşayacağı bir alan açmak zorundasınız. Aksi
takdirde büyüyemezsiniz, her gün çatışma yaşarsınız. Ve bu durumda bir
diktatörün iktidara gelip -herkese değil- kendine vatan yaratma ihtimali çok
yüksek olur.
Genç
devrimciler veya aktivistler şimdi ne yapıyor?
Ya
hapishanedeler ya yurtdışında diasporadalar ya da evlerinde siyaset konuşmadan
yaşıyorlar.
Herhangi
bir pişmanlıkları var mı?
Bazıları
geçmişten ders aldı. Bazıları hayır, geçmişten ders çıkarmadı ve bu, çok umut
kırıcı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder