KADDAFİ’NİN
LİBYA’SI HİÇBİR ZAMAN VAR OLMADI
Sanad Tabbaa (Modern Ortadoğu tarihi konusunda çalışmalar yapan, British Columbia Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi)
Jadaliyya,
4.3.2021
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: “Gaddafi’s Libya Has Never Existed”
başlığıyla yayınlanan yazının İngilizcesini okumak için TIKLAYINIZ.
NOT: Blogda yer alan 850 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak
göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle
rica olunur.
İki Gerçek, Bir
Yalan: Libya Versiyonu
(…)
Günümüzün bilgi
bolluğu yaşanan dünyasında olguyu kurgudan ayırt etmek çoğu zaman zordur.
Tuhaflık, karmaşıklık, rakip anlatılar ya da bilginin anlaşılmazlığı nedeniyle bizatihi
tartışmalı olan konuları düşündüğünüzde süreç daha da zorlaşır. Muammer Kaddafi’nin
Libya’sı tam da bu türden bir “iki gerçek, bir yalan” ülkesi olageldi. Ama (…)
komplo teorilerinin, yanlış bilgilendirmelerin ve salt istihzaların Libya
hakkındaki tartışmalarımıza egemen olmasına izin verirsek, bu durumda 2011’de
Kaddafi’nin devrilmesiyle Libya’nın içine düştüğü kaostan çıkarabileceğimiz tek
ders tam da komplo, yanlış bilgilendirme ve istihzanın birer ürünü olacaktır.
Dahası, neden Kaddafi, -Batı karşıtı sayılan diğer liderlerle birlikte- mevkidaşlarından
daha tuhaf ve daha gizemli görünüyor?
Gerçeği
kurgudan ayırmak için Kaddafi öncesi Libya’yı anlamak önemli. Kaddafi nereden
geliyor ve neden Libya’yı bu şekilde yönetmeyi tercih etti? Libya’yı daha iyi
anlamak için iki şeye bakmak önemli: Libya’da İtalyan işgali ve Libya
monarşisi. 1910’larda Libya üç ayrı Osmanlı vilayetinden ibaretti: Fizan, [Bingazi
merkezli] Sirenayka ve Trablusgarp. Daha yakın bir geçmişte birliğini
sağlamış ve bir sömürge imparatorluğu kurmaya hazır olan İtalya, bu üç vilayeti
işgale kalkıştı. Yerli Libyalılar, Osmanlı desteğiyle bir süre İtalyanlara
karşı savaştı; ancak sonunda Osmanlılar İtalyanlarla gizli bir anlaşma yaparak
onlara “kafana göre takıl” dedi. Dolayısıyla Libya’nın tek bir devlet olarak statüsünün
temeli, sömürgeciliğin doğrudan bir yansımasıdır.
İtalya
1911-1922 yılları arasında çeşitli şekillerde Libya’ya gelip girdi; ancak
Benito Mussolini’nin gelişiyle birlikte İtalya’nın stratejisi çok daha
yayılmacı ve saldırgan bir hale geldi. 1923’ten II. Dünya Savaşı’nın fiilen
sonuna kadar Libya’da İtalyan Faşizmi hüküm sürdü. İtalyanlar, Libyalıları kendi
ülkelerinde mülksüzleştirerek mevcut tarım arazilerinin çoğunu kendi
yerleşimcileri için aldılar. Karşı çıkanlar -tıpkı muhalefetinden
şüphelenilenler gibi- vahşice öldürüldü veya toplama kamplarına yollandı.
Faşistler darağacını o kadar sistematik ve sürekli kullandılar ki İtalyanlar,
asılmış Libyalıların kartpostallarını basıp birbirlerine yolladılar. Nüfusu 1
milyonun altında olan bir ülkede, yalnızca 1930 yılında Sirenayka vilayetinde asılan
Libyalıların sayısı 12.000’di. Libyalıların müteakip on yıllarda oluşacak özelde
Avrupa’ya, genelde ise Küresel Kuzey’e ilişkin imajını değerlendirirken işte
bunun dikkate alınması çok önemli.
İtalya faşizmin
devrilmesiyle bölgeden çekildi ve İngiliz ile Amerikan yönetimleri, Sirenayka’da
bir kabilenin ve dini tarikatın şeyhi olan İdris es-Senusi yönetiminde bir
monarşi kurdu.
Monarşi, kötü
planlanması ve yönetilmesi bakımından dikkat çekiciydi. Petrol bulunana kadar
sadece dış yardımla ayakta kaldı. Ayrıca başlangıçta monarşi, başkentin her iki
yılda bir Trablus’tan Bingazi’ye yer değiştirdiği (aralarında yaklaşık 1000
kilometre çöl olup büyük lojistik sorunlar yaratan) bir federal sistem üzerine
kurulmuştu. Kral İdris “iyi niyetli ihmal”, yani hiçbir şey yapmama politikası
uyguladı. Tahtı vatanseverlik vecibesi olmaktan çıkardı ve her ne zaman bir
engelle karşılaşsa hemen istifa tehdidinde bulundu. İyi niyetli ihmal
politikası, halka tam olarak güven vermedi ve sistem içinde herhangi bir siyasi
heves de uyandırmadı. Libyalılar siyaseten dışlanmış ve son derece fakir kalmıştı.
Bu durum Libya’yı tek bir ülke altında birleştirse de Libyalılar arasında
ilgisizliği ve hükümete güvensizliği besleyerek, halkın siyasi duyarsızlığının
yanısıra uzun bir hükümete güven duymama tarihini de yarattı.
Muammer Kaddafi
devreye girdi. 27 yaşındaki Yüzbaşı Kaddafi, 1969’da kansız bir darbeyle
kontrolü ele geçirdi. Kral Türkiye’de tedavi görürken monarşinin tüm önemli
oyuncularını tutuklayan bir grup genç subaya önderlik etti. İlginçtir, kimse
pek umursamış görünmüyordu. Kraliyet muhafızları müdahale etmedi, ordunun üst
düzey kadrosu umursamadı ve büyük direniş veya destek gösterilerine dair de bir
kayıt yok.
Gelecek 42 yıl pekâlâ
üretilen efsaneler bakımından bir İlyada olabilirdi. Efsaneler üç kategorideydi:
Kaddafi, ya son derece zalim ve ahlaksız bir insandı ya da bir kurtarıcı veya trajik
bir kahramandı yahut tamamen ve tek kelimeyle akıl hastasıydı… Bunların hiçbiri
doğru değildi. Kaddafi bir insandı ve ülkesinin otoriter bir lideriydi, yoksa
bir hikâyenin kötü karakteri veya gerçek hayatta bir hiciv kaynağı değildi. Öyleyse doğru
tam olarak neydi?
Kaddafi: İnanılmayacak Kadar Ahlaksız
Batı medyası,
Kaddafi’yi gerçekten son derece kötü biri olarak sunma eğilimindeydi. Ender
İngilizce biyografilerinden birinde, (…) “tabiatı itibarıyla acımasız” olarak nitelenmişti.
BBC, onun yönetimini “42 yıllık acı ve mahrumiyet” olarak tanımlamıştı. Amerikan
Başkanı Ronald Regan’ın ona taktığı isim “Orta Doğu’nun kuduz köpeği” idi.
Hakkındaki iddialardan
bazıları Kaddafi’nin bir terörist, cinsel manyak, tecavüzcü, insan hakları ihlalcisi,
katil ve her bakımdan iblisin zürriyeti olduğu yönünde.
İlk iddia kısmen
doğru. Kaddafi, çoğunlukla terörizm yoluyla yürütülen, anti-emperyalist doğası
olduğuna inandığı davaları finanse etti. Filistinli örgütler (…), IRA gibi (…) destek çıktığı örgütlerin ortak
paydası, yurtlarının işgal altında olduğu algılamasıydı (…). Kaddafi’nin ülküsü,
rastgele Batı karşıtı bir şevke değil, -bir dünya liderinden bekleneceği üzere-
tutarlı bir inançlar bütününe dayanıyordu.
Hakkındaki cinsel
manyaklık ve tecavüz hikayelerinin izi iki şeye dayandırılabilir: Birincisi,
her zaman yanında olan (…) tamamı kadın korumalardan müteşekkil “Amazon
Muhafızları” hakkındaki spekülasyon. İkincisi, Fransız gazeteci Annick Cojean’ın
kaleme aldığı Kaddafi’nin Haremi adlı bir kitap olup Kaddafi’nin
gençleri kaçırıp onları içki, kokain ve sigara içmeye zorlayarak düzenli olarak
cinselliği bir silah olarak kullandığını iddia ediyor.
Son olarak
insan hakları ihlalleri meselesine gelelim. Bu kategorik olarak doğru, ancak ne
yazık ki bölge veya dönemi için norm dışı bir istisna da değil. Libya yönetimi,
genellikle siyasi nedenlerle birçok vatandaşını hapse attı veya suikastla
öldürdü. Bunu sadece Libya içinde değil, tehdit olarak gördüğü yurtdışında
yaşayan Libya vatandaşlarına da yaptı. Arap Baharı sırasında Libya’da halkın
hayal kırıklığının dışa taşması bir imalat, kışkırtma veya amaçsızca değildi.
Ancak mesele aslında Kaddafi’nin Libya vatandaşlarını suikastla öldürüp öldürmemesi,
haksız yere hapse atıp atmaması ya da sadece “ortadan kaybedip etmemesi” değildi;
zira Mısırlılar, Amerikalılar, Sovyetler, Suudiler, Iraklılar, Suriyeliler,
Ugandalılar, İsrailliler, Doğu Almanlar ve muhtemelen başka herhangi bir
hükümet de aynısını yapıyordu. Mesele, Kaddafi’nin diğerlerinden daha kötü ve
daha ahlaksız olup olmadığıydı. Cevap, büyük ihtimalle hayır.
Kaddafi: Milliyetçi Kurtarıcımız veya Trajik
Kahramanımız
Genellikle
Libyalılar dışındaki Arapların savunduğu görüşe gelince, Kaddafi itibarı beş
paralık edilen ve ülkesine dil uzatılan milliyetçi, anti-emperyalist bir
kahramandı. Genellikle efsaneler Libya’nın son derece yüksek bir hayat
standardına sahip olduğu, Kaddafi’nin şahsi erdemleri, ülkede kansere çözüm bulunması,
Kaddafi’nin tuhaflıklarının iktidara geldikten kısa bir süre sonra bir kara
mayını şarapnelinin beynine saplanmasının sonucu olduğu vs. üzerineydi. (…)
ancak ilginçtir, o dönem Libya’daki yüksek hayat standardı bir efsane değildi.
Kaddafi
yönetimi altındaki Libya’da bilhassa daha fazla serbest piyasa girişimlerinin benimsendiği
21. yüzyılın öncesinde kamu hizmetleri, eğitim ve sağlık hizmetleri tamamen
ücretsizdi. Ayrıca Libya kanununda her bir kişinin kendi evine sahip olması
gerektiğine dair özel bir hüküm vardı ve dolayısıyla hükümet her Libyalıya bir ev
vermişti. Bu, hem bir dizi konut inisiyatifinin hem de 1976’da çıkartılan, hâlihazırda
içinde yaşanan evlerin sahiplerine ait olduğunu, oturulmayan evlerin ise hükümete
ait olacağını öngören bir kanunun birleşimiydi. Hükümet ayrıca daha sonra yeni
evli çiftlere ilk evlerini satın almaları için sübvansiyon sağladı. Dahası,
vatandaşlar arasında iddia edildiğine göre çok fazla bir servet uçurumu yoktu. Zira Kaddafi, 1980’de ülkenin para birimini değiştirerek her bir vatandaşın sahip
olduğu elindeki tüm parasını sınırlı miktarda yeni Libya dinarı ile değiştirmek
zorunda bıraktığında özel serveti de eşitlemiş oldu. Hükümet ayrıca faizsiz
krediler de sağladı. Son olarak, Libya’yı gıdada kendi kendine yetebilir hale
getirmek için çiftçi olmak isteyen herkese bir çiftlik evi, çiftliği işletmek
için toplu bir miktar para ve ücretsiz öküz verildi.
Bu olağanüstü bir
politika mıydı? Evet. Peki işlevsel miydi (…)? Hayır. Okuryazarlık ve akademik
yeterlilik çarpıcı bir şekilde arttı (okuryazarlık %10’dan %87’ye çıktı). İnsanların
ekseriyetinin yiyecek yemeği ve herkesin kendi evi vardı. Kısaca, yaşamak için
korkunç bir yer değildi; ancak hem bireysel özgürlükler hem de devlet
ekonomisine katılabilme önünde büyük sınırlamalar ve ciddi ihlaller vardı.
Kaddafi, 1980’de
özel hukuk uygulamalarını ve diğer tüm özel profesyonel meslekleri
yasakladığında ülkedeki özel sektörü de tamamen yok etmiş oldu ve bir orta
sınıfın veya büyük bir eğitimli profesyonel tabanın gelişimini engelledi.
Kaddafi’nin Libya’sında temelde herkesi istihdam eden ve bu nedenle tamamen boş
ve faydasız işlerle dolu olan ya orduda ya da hükümette çalışabilirdiniz. Peki
Kaddafi bir kahraman mıydı? Hayır, tabii eğer ki en temel kaygınız işsiz kalmak
değilse.
Kaddafi: Tuhafların Efendisi
Haber, istihza
ve komplo teorilerinin çoğu işte burada yatıyor. (…) Hastalık hastası olduğu,
bir Bedevi çadırıyla seyahat ettiği (…) doğruydu. Kesinlikle alışılmadık
biriydi; ancak acayiplik ile palyaçovari bir dünya lideri olmak arasındaki fark
önemlidir. Batı medyası, Kaddafi’yi yalnızca şeytanlaştıran ya da meşruiyetinin
altını oyan şeyleri haber yapmak suretiyle, onun gerçekliğe çok az benzeyen ve böylelikle
-Libya’nın 1986’da ABD ve 2011’de NATO tarafından bombalanması da dahil- Batılı
hükümetlerin iktidardan düşürmek için attığı her adımı haklı çıkarmaya hizmet
edebilecek bir kopyasını yarattı.
Kaddafi tuhaf
şeyler yaptı, ama çoğu zaman bunların birer nedeni de vardı. Bir Arap Ligi
toplantısında, odadaki diğer Arap liderlerin kana bulanmış ellerine dokunmayı
reddettiğinin bir sembolü olarak beyaz eldivenler giymişti. 2009’da İtalya’ya
ilk ziyaretinde, Libya’nın ulusal kahramanı Ömer Muhtar’ı darağacına götüren İtalyan
faşistlerin fotoğraflarının üzerine iliştirildiği bir üniforma giymişti.
Libya’yı gıda bakımından kendi kendine yeterli hale getirmek için çölü sulamaya
çalışmış ve bunu yapmak için de devasa bir yeraltı nehri inşa etmişti. Ayrıca
gençliğini ve güzelliğini sürdürmek için botoks yaptırdığı iddia edildi.
Kaddafi ayrıksıydı, sıradışıydı, acayipti, ama muhtemelen akıl hastası değildi.
Peki, Libya Neden İçeriden Patladı?
Ölümünden sonra Kaddafi Libya’sının, ya onun ülkeyi
yıkması ya da ülkenin onun idareciliğinden mahrum kalması yüzünden içeriden
patladığına dair küçük özlü hikâyenin gerçeklikle bağlantısı, yapay muz aroması
ne kadar muz sayılırsa o kadardır.
Kaddafi’nin
Libya’sı bir “Cemahirriye” idi [halk cumhuriyeti de denebilir]; bu, o
kadar tuhaf ve yeni bir siyasi sistemdi ki Kaddafi’nin türettiği yeni bir
kelimeden başka bir terimle kategorize edilemezdi. Temelde herkes her konuda oy
veriyordu. Her yerleşimin bir dizi komitesi vardı ve bunlar daha yüksek
komitelere rapor veriyor, onlar da karar verici daha yüksek bir komiteye bunları
iletiyordu. Başlangıçta yaklaşık 2 milyon nüfuslu bir ülkede yaklaşık 1000
temsilci vardı. (…)
Şişirilmiş
hükümetin yanısıra bu sistemle ilgili bazı temel sorunlar bulunuyordu. Sıradan vatandaşların
bu kararların doğruluğunu ve faydasını değerlendirme yeterliliğinin bir sınırı
vardı; bu yüzden Kaddafi, tavsiyede bulunmaları için komitelere teknokratları
soktu. Ancak yine de kimse kimseyle hemfikir değildi. Çok fazla değişken ve
fikir mevcuttu. Son olarak Kaddafi, bu komitelerin elinden “hassas” başlıkları -yani
dış ilişkiler, ekonomi, ordu ve petrolle ilgili her konuyu- aldı ve kendisi söz
sahibi oldu. Dolayısıyla komiteler kendilerini işe yaramaz hissettiler ki gerçekten
de öyleydi ve sonuç olarak sıradan Libyalıların yönetime katılma hevesi
kırıldı.
Bu durum Libya’daki
siyasi ilgisizlik hissiyatını derinleştirdi ve sonuç olarak yolsuzluklar
dışında hiçbir şey yapılmaz oldu. Kaddafi ayrıca muazzam bir şahsi servet
biriktirdi ve bu Cemahiriyye’yi kendi lehine kullandı. Hükümet teknik olarak
halkın elinde olduğu için halk muhalefetini ifade edemezdi, etse tam olarak
neye karşı çıkacaktı? Kendi kendine mi? Bu aynı zamanda Kaddafi’ye popüleritesi
için istismar ettiği halkın hayal kırıklıklarına kulak tıkamasını sağladı. Bununla
birlikte, nihai kararı verecek bir kimse olmaksızın da işleyebilecek bir
yönetişim sistemi kurmadı. Dolayısıyla Kaddafi’nin ölümü üzerine Libyalıların
kullanabileceği veya reformdan geçirebileceği bütüncül bir siyasi sistem yoktu.
Kaddafi yönetiminin daha ilk başlarında siyasi gruplar yasadışı ilan
edildiğinden, politikalara desteği harekete geçirecek ortada hiçbir siyasi
örgütlenme yoktu. Benzer düşünen isyancılar, önce bir grup veya parti
oluşturmayı öğrenmek, ardından bizzat bir grup veya parti oluşturmak ve daha sonra
herhangi bir örgütlü siyasal iletişim kanalının yokluğunda, devasa ve
çoğunlukla geçit vermez ülkenin geri kalanında kendi sistemlerini uygulamaya
koymaya girişmek zorundaydılar.
Kaddafi’nin
tuhaflıkları, Libya söz konusu olduğunda, kabul edilebilir ve sorumlu
gazetecilik standardını düşürmüş görünüyor. (…)
NOT: Yazının en başında çevirmediğim
bölümde ilginç bir bilgi vardı, burada paylaşmak istiyorum: “Yaklaşık on yıl
boyunca Libya’daki tüm mağazalar yasaklandı ve tüm tüketim malları ‘Halk
Pazarları’ olarak bilinen devletin süpermarketleri aracılığıyla satıldı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder