KORONAVİRÜS SONRASI ACI VERİCİ GÖZDEN GEÇİRMELER: LİBERALİZMİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Munsif Merzûkî (Tunus eski cumhurbaşkanı [2011-2014], Arap dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden, alanında öncü bir tıp doktoru, tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi)
El-Cezire Arapça, 23.5.2020
NOT: Bu tercüme Fikir Turu web sitesinde 11.6.2020 tarihinde yayınlanmıştır.
“المراجعات الموجعة (3): الليبرالية” başlığıyla yayınlanan yazının Arapçasını okumak için TIKLAYINIZ.
Daha evvel el-Cezire’de yayınlanmış 16 makalesini Türkçeye tercüme ederek ve Munsif Merzûkî Beyefendiyle iki röportaj yaparak yayınladığım “Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” (Küre Yayınları) kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.
NOT: Blogda yer alan 800 küsur içeriğe http://ortadogugunlugu.blogspot.com.tr/2018/01/bu-blogda-neler-var.html linkinden toplu olarak ulaşabilirsiniz.
Kaynak göstermeden blogdaki yazı, tercüme ve infografikleri kullanmamanız önemle rica olunur.
Özet: Bugüne kadarki krizlerini atlatabilmiş liberalizmin bu sefer kaderinin farklı olacağı beklentisine girmemizi sağlayan şey nedir? İnsana ve çevreye karşı bütün suçlarına rağmen ayakta kalmış liberalizmi yeniden düşünürken hangi soruları sormalıyız? Tunus’un eski cumhurbaşkanı, düşünür ve hekim Munsif Merzûkî’nin yazısı…
Tunus’un eski cumhurbaşkanı (2011-2014), önemli mütefekkirlerden ve insan hakları savunucularından Prof. Dr. Munsif Merzûkî’nin koronavirüsle birlikte gözden geçirilmesi gereken yerleşik doktrinler ve ideolojiler üzerine el-Cezire’de kaleme aldığı yazı dizisinin 23 Mayıs’ta yayınlanan bölümü liberalizm üzerineydi.
1980’lerle birlikte, liberalizmin dönemin gereklerine göre yeniden gözden geçirilmiş hali olan neoliberalizm, ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batı Blogu’na damgasını vurmaya başlamış, Soğuk Savaş’ın SSCB’nin yenilgisiyle sona ermesinin ardından 1990’larda tek hâkim ve sorgulanamaz modele dönüşerek dünyaya yayılmıştı. Ancak hâkimiyeti kısa sürdü. Aslında bu modelin yol açtığı bir kriz olan 2008 Finansal Krizi’nden beri (neo)liberalizm, insan ve çevre üzerinde açtığı tahribatlarıyla tartışılıyor ve sorgulanıyor.
Munsif Merzûkî de gerek tarihsel bir perspektiften gerekse mevcut pandemi ışığında liberalizmi sorguladığı yazısında acı verici bir gözden geçirmenin nasıl olması gerektiğine ışık tutuyor.
***
“Liberalizm” kelimesini ilk kullanan 1818’de Fransız filozof Maine de Biran’dı ve onu “hürriyetlerin gelişmesini savunan bir doktrin” olarak tanımladı. O günden itibaren, bu kavram fikri ve siyasi alana da teşmil edilmeli mi yoksa sadece iktisadi alanla mı sınırlı kalmalı konusundaki tanım ve yorum tartışmaları hiç bitmedi.
Böylece “liberalizm”, Mısırlı entelektüeller ve siyasetçiler nezdinde demokrasiyle neredeyse eşanlamlı, Amerikalı gençler arasında İskandinav ülkelerindeki sosyal demokrasiye daha yakın, solcuların dilinde ise en büyük hakaret haline geldi.
Bize gelince, bu tartışmaya hiç girmeyeceğiz; liberalizmle kastımız, madalyonun şu iki yüzü olacak:
1. Teoriye göre, mümkün olan en iyi ekonomiyi inşa etmenin yolu, –piyasa mekanizmaları ve rekabeti ışığında ve devletin asgari müdahalesiyle– mülkiyet ve iktisadi teşebbüs hürriyetinin kutsallığından geçer.
2. Bu “postülalar”ı koyan kapitalist sistem, sayısız özel şirket üzerinden ve piramidin en tepesinde de dünya ekonomisini kontrol eden en büyük 500 şirket aracılığıyla bunları uygulamaya döktü. Bu sistemin birincil amacı, –üretim alanı ve koşulları her ne olursa olsun– insani veya çevre maliyetini hiç dikkate almaksızın mümkün olan azami kârı elde etmek, ardından daha fazla üretim ve daha fazla kâr sağlamak için bu kârın bir kısmını yeniden kullanmak ve bu şekilde ilelebet yoluna devam etmektir.
Yüz milyonlarca insanın hayat standardını iyileştirmeyi başardığı övgüsünden tutun bu sürecin ağır maliyetini sövmeye kadar liberalizm hakkında her şey söylendi. Kısır tartışmalara burada girmeyeceğiz; bizi ilgilendiren şey, herhangi bir siyasi veya iktisadi sistemi incelerken sorulması gereken tek bir sorudur: Bu yapı –şu anki haliyle ve mevcut koşullarda kalırsa– devam edebilir mi, yoksa er ya da geç çökmeye mahkûm mu?
Liberalizm üzerine sorular
Temsili demokrasinin bütün kusurlarına rağmen, kendi içinde sahip olduğu tüm düzeltme mekanizmalarıyla ve iktidarın el değiştirmesi metodu üzerindeki uzlaşının bir sonucu olarak ulaştığı istikrarla İsveç siyasi sistemine bir bakın. Bu iktidarın el değiştirmesi metodunun halk nezdinde gördüğü geniş kabul [Ortadoğu’daki gibi] bastırılmadı. İşte böyle bir sistemin uzun süre devam edeceğini söyleyebilirsiniz.
Şimdi de bağrında taşıdığı tüm saatli bombalarıyla ve iç reform ve telafi mekanizmalarının yokluğunda mevcut Mısır sistemine bir bakın; mütevazının da altındaki performansından ve günden güne genişleyen toplumsal kesimlerin artan itirazlarından hiç bahsetmiyorum bile… Kahve falına bakmanıza gerek yok; şöyle derseniz tarih sizi yalancı çıkarmaz: Bu sistemle ilgili asıl soru, “Acaba çökecek mi?” değil, “Ne zaman çökecek?” sorusudur.
Kapitalist sistemi, –tıpkı müteahhidinin ilelebet ayakta kalacağına inandığı en lüks binayı depremin vurması gibi– bu sistemi vuran pandemi ışığında incelediğimizde akıllara bazı sorular geliyor:
Bugün bildiğimiz gibi, pandeminin vurduğu dünyada üretim aksar ve milyonlarca işçi işsiz kalırsa, en ucuz işgücüne göre tüm dünyaya dağılmış haldeki üretim zincirinin halkalarının koptuğu bir ortamda liberalizm yoluna devam edebilir mi?
Tütün, gazlı içecek ve hazır gıda alanında büyük uluslararası şirketler tüm halk sağlığı mütehassısları tarafından kanser, diyabet ve kalp hastalığının yayılmasından kazanç sağlamakla ve yüz milyonlarca insanın hastalanmasına neden olmakla suçlanırken liberalizm hayatiyetini sürdürebilir mi? İlaç ve silah şirketlerinin rolünden hiç bahsetmiyorum bile.
Şirketlerin toprağı, gökyüzünü ve denizi zehirleyen kimyasalları üreterek çevreyi tahrip etmesi pahasına liberalizmin devam etmesi mümkün mü?
Dünya servetinin yarısını %1’lik bir kesimin ellerine koyarak gerek ülkeler arasında gerekse her ülkenin kendi içinde sınıfsal uçurumun genişlemesinin gölgesinde liberalizmin devam etmesi mümkün mü? Bu durumun kuruyu da yaşı da yakabilecek nice savaşların ve nice devrimlerin tohumlarını attığı hesaba katılmalı.
Sanayiye yatırılan sermaye ile paraya yani borsa spekülasyonuna yatırılan sermayenin birbirinden ayrılmasından sonra liberalizm devam edebilir mi? Ekseriyeti hırsız ve dolandırıcı olan bir avuç spekülatörün hızlı hayali kârlarını, –göz açıp kapayıncaya kadar bütün birikimlerini kaybedebilecek– milyonlarca insanın çıkarlarının üzerine yerleştirmenin –ahlaki mazeretleri bir kenara bırakın– ne gibi bir iktisadi gerekçesi olabilir?
Bugün Çin ile Amerika arasındaki ölümüne ticaret savaşının gölgesinde ve tek serbest pazarı sona erdirecek şekilde uluslararası şirketlerin önüne muazzam kısıtlamalar ve engeller koyacak gümrük sınırlarının geri dönme hayaleti altında liberalizmin devam etmesi mümkün mü?
Neden olmasın?
Dünyadaki mevcut durum ve liberalizm tarihi hakkında bildiklerimiz bağlamında bütün bu sorulara verilebilecek objektife en yakın cevap şu olabilir: Neden olmasın? Öte yandan çevreye karşı olan suçları çöküşü için yeterli olsaydı liberalizm 19. yüzyılda son nefesini verirdi. Zira Batı’nın büyük şehirlerinde yeni sanayilerin yol açtığı kirlilik öyle bir tehlikeli seviyeye ulaşmıştı ki, tıp alanında “iş sağlığı” diye yeni bir branşın doğmasına yol açmıştı; halbuki bu branş, milyonların sağlığını mahveden ve hala daha mahvetmeye devam eden iş hastalıklarının sağlığıydı.
Ve insana karşı suçları çöküşü için yeterli olsaydı liberalizm en geç 20. yüzyılın başlarında son nefesini verirdi. 19. yüzyılda, gerek –İskoçya’da olduğu gibi– milyonlarca çiftçinin toprakları ellerinden alınmak suretiyle uğratıldıkları zulmün gerekse –Fransa ile Almanya’da olduğu gibi– insanları karın tokluğuna bir ücretle, 12 saatten fazla çalışacakları fabrikalarda işe girmeye zorlayan fakirliğin boyutlarını bugün hayal dahi edemeyiz.
Bu nedenle İngiltere 1933’te sömürgelerinde köleliği kaldırdığında, devletin beyaz köleyi, yani tüm İngiliz halkını da azat etmeye başlaması gerektiği çığlıkları yükseldi. Bu talepte herhangi bir mübalağa yoktu; zira liberalizm, yereldeki emekçi sınıfını sömürgelerdeki köleleri istismar ediş zihniyetinin tamamen aynısıyla sömürüyordu. Bu beyaz köle, beş yaşındaki çocukların kömür madenlerinde çalıştırılmasını reddederek isyan ettiğinde devlet, tıpkı 1817’de Manchester’daki ünlü St. Peters Meydanı olaylarında olduğu gibi, barışçıl protestocuları toplu olarak öldürmek için orduyu –ve özellikle de atlı birlikleri– üzerlerine gönderiyordu.
Ancak insana ve çevreye karşı bütün suçlarına rağmen liberalizm, –son iki yüzyıl boyunca işçi sınıfına yönelik manevra yapma, adaptasyon ve taviz verme kabiliyetinin, özellikle de siyasi ve kültürel karar alma merkezlerini ele geçirmedeki muazzam hünerinin ve meşru ve gayrimeşru menfaatlerini korumak için bu merkezler üzerinde kurduğu etkinin de gösterdiği üzere– kırıntıları dağıtarak yoluna devam edebildi.
2008 krizinden ve daha önce de 1929 krizinden sağ salim ve daha aktif şekilde –veya hiç olmadığı kadar hoyratlığı azalarak– çıkmadı mı? Bugüne kadarkilerin en büyüğü de olsa krizlerden bir kriz sayılabilecek bu korona pandemisinden sonra, liberalizmin kaderinin farklı olacağı beklentisine girmemizi sağlayan şey nedir?
Dengeli olmaya zorlayacak muhatap eksikliği
Sovyetler Birliği, 26 Aralık 1991’de Kremlin’de Sovyet bayrağı indirildiği ve Rus bayrağı ilk kez göndere çekildiğinde resmen çökmüş oldu. Liberalizmin en şiddetli hasmının bu çöküşünün kendisi için bir talih kuşu olduğunu zannedenler hala var ve bir gün bunun zehirli bir armağan olduğu ortaya çıkacak. Zira bir tür denge sağlayıcı caydıranı olmayan herhangi bir sistem, tıpkı tabiattaki memeli hayvanların akıbeti gibidir; şöyle ki, yırtıcı hayvanlar kendilerinden gizlendiklerinde bu memeliler yerde biten bütün otları yiyecek ve bitkiler yeniden filizlenme ve büyüme imkânı bulamadığında sonunda bu hayvanlar açlıktan ölecektir.
Aynısı siyasi ve iktisadi sistemler için de geçerlidir; kendisini dengeli olmaya zorlayacak bir muhatap bulamadığında, haddini aşıp aşırılığa kaçar ve bu da onun yok oluşuna yol açar. Bugün böyle bir durumda mıyız? Elbette hayır, ama kibir çağının bittiğini ve en zeki tapınak muhafızlarının ayaklarının altındaki er meydanını hissetmeye başladığını bize haber veren birden fazla olgu var.
Geçtiğimiz Ağustos’ta, 181 büyük Amerikan şirketi başkanının artık sadece hissedarların değil, işçilerin ve toplumun da menfaatlerini göz önünde bulunduracaklarına dair taahhütlerini içeren açıklaması ne anlama geliyor? Bir yıl önce –farklı bir formatta– ortaya atılan “Kapitalizm nasıl farklı yapılır?” sorusunu niçin bugün Amerikan gazetelerindeki makalelerde okuyoruz?
Şimdilerde –liberalizme en çok inanmış sınıfın içinde– acı verici bir gözden geçirmeden çok daha fazlası başlıyor gibi görünüyor. Belki de bu sınıfın olgunlaşmış önde gelenleri, –bizi bekleyen ve sorumluluğun büyük bir kısmını bizzat taşıdıkları– iklim değişikliği felaketinin kendi torunları ve hatta çocukları için bile yaşanabilir bir toprak bırakmayabileceğini düşünüyorlardır.
Peki ama gözden geçirme hangi boyutta ve sözkonusu sınıfın bu yöndeki kabiliyetleri ve hazırlıkları ne düzeyde? Satır aralarını okuduğumda, –onlar için gerçekten çok acı verici olan– gözden geçirme, kutsal doktrinlerine göre iktisadi konulardan uzak durması gereken devletin rolünü kabul etmeleri olacak. Devletten tek isteğin, bir tür pozitif tarafsızlık ve –böylelikle toplumun da meyvelerini toplayacağı şekilde servet yaratmaya çalışması için– iktisadi kurumları serbest bırakması olduğuna dair değişmez iddiası, belki de liberalizmin yaydığı yalanların en büyüğüdür.
Son iki yüzyıl boyunca ikisi arasındaki gerçek ilişkiyi incelerseniz, liberalizmin devletten her şeyi talep edip her istediğini aldığını ama karşılığında çok az şey verdiğini ve piyasa hazretlerinin görünmez eli ya da teşebbüs hürriyeti sebebiyle değil, o hor gördüğü devletin himayesi sayesinde hayat bulup serpildiğini keşfedeceksiniz.
19. yüzyıl boyunca –Avrupa ya da Amerika’daki işçi eylemleri durmak bilmediğinde– şirketler devletten yardım istiyor, devlet de polisini ve bazen de ordusunu onları bu çıkmazdan kurtarmak için yolluyordu. 20. yüzyıl boyunca üçüncü dünya ülkelerinde kurulu bulunan Batılı şirketlerin, ülkelerini, fakir halkların kaynaklarını çalmayı sürdürmeye nasıl yana yakıla çağırdıklarını gördük.
Ucuz petrole erişimi sürdürmek için 1953’te İran’daki, muz tekelini korumak için 1954’te Guatemala’daki ve Süveyş Kanalı denilen sağmal ineği geri almak için 1956’da Mısır’daki darbeler tam da böyle gerçekleşti. En önemlisi ise seçilmiş cumhurbaşkanının ülkesinin zenginliğini büyük şirketler değil, halkı için istemesi nedeniyle öldürüldüğü Şili’deki darbeydi.
Devletin geri dönüşü?
21. yüzyıla geldiğimizde, 2008’de insanların paralarını çeşit çeşit manipüle ettiği için çöken çılgın bir bankacılık sistemi gördük ve sonunda onu iflastan kurtaran yine devlet oldu… En azından Çin’in, Batı’da yaygın olan ikiyüzlülüğü yapmadığını kabul edebiliriz; zira liberalizmin tam hizmetinde olan devlet ile devletle tam uyum içinde olan liberalizm arasındaki ittifakın en net görüldüğü yer Çin’dir.
Bu nedenle devletin “geri dönüşü”nden bahsetmenin bir manası yok. Çünkü devlet tek bir gün dahi oyunun dışında değildi. Liberalizme iman etmiş ülkelerin ekseriyetinde dahi devlet, –kendisine ıslık çalındığında tehlike teşkil eden herkese karşı hemen savunma ve saldırı pozisyonuna geçen– bir bekçi köpeği gibiydi veya –enerjisini emen ama ona hiçbir şey katmayan– bağırsaklara yapışık parazitin yaşaması için elzem olan bir beden gibiydi.
Hatırlatmak isterim ki –teknik anlamda– devlet; siyasi sistem tarafından yönlendirilen, beşeri, maddi ve bilgi kaynaklarına sahip yapılar ve kurumlar olup temel amacı kamu yararıdır. Tam aksine liberalizm; insanlar ve yönetim kurulları tarafından yönlendirilen, beşeri, maddi ve bilgi kaynaklarına sahip şirketler olup temel amacı özel çıkardır. İki çıkar arasında her zaman bir çatışma olduğunu söylemek haksızlık olabilir; ancak kesin olan şu ki “General Motors için iyi olan, Amerika için de iyidir” sloganından daha büyük bir yalan yoktur.
Bugün artık hepimiz dünya ve insanlık yararına olan şeyler nelerdir biliyoruz: Kömür ve gaz üretim tesislerinin durdurulması; kimyasal böcek ilaçlarının yasaklanması; banka hesaplarının değil, dünyanın ihtiyaç duyduklarını üretmek için ilaç şirketlerinin millileştirilmesi; 2008 felaketinin tekrarlanmaması için borsadaki işlemlere sıkı kısıtlamalar getirilmesi; gazlı içecekler, hazır gıdalar ve tütünün yasaklanması veya satın almaktan vazgeçirecek şekilde ağır vergiler konması; küresel ısınmayı azaltmadaki muazzam rolleri nedeniyle Brezilya, Kongo ve Endonezya ormanlarının uluslararası koruma altına alınması ve devletlerin ve yerli halkın kereste sanayiini yitirmesinden doğan kayıpların telafi edilmesi…
Benzer şekilde, –tıpkı Güney Kutbu Antarktika gibi– tüm Kuzey Kutbu’nun da herhangi bir doğalgaz veya petrol yatırımını yasaklayan uluslararası anlaşmaların koruması altına alınması, küresel ısınmanın orada açtığı deniz yolunda kirlenme tehlikesi nedeniyle seyrüseferin engellenmesi, bu önlemlerden doğan işsizliğin finanse edilmesi… Gerek belli bir sınırı aşan servetlere gerekse Google, Amazon, Facebook ve Apple gibi büyük şirketlere konan vergilerden ve ayrıca büyük devletlerin bile kurban gittiği, hırsızlıkla elde edilen kazançların toplandığı büyük hazineler olan dünyanın dört bir yanındaki vergi kaçırma cennetlerinin kapatılmasından elde edilecek gelirle, temiz enerjiye dayanan dayanışmacı bir ekonominin inşa edilmesi…
Dünyanın çöküşü
Bu listeye baktığınızda hayata geçirmenin imkânsız olduğu zihinlerde netleşir; zira liberalizm, bu tür önlemlerle kendisinin çökmesindense dünyanın çöküşünü tercih edecektir. Ancak ya hep ya hiç demeden, en azından bazı iyileştirmelere gitmek mümkün müdür?
Bu bile liberal ahtapotla yüzleşmek için en geniş uluslararası ittifakı gerektirir. Bugün böyle bir şeyden ne kadar da uzağız; Avrupa Birliği’nin kendisinin bile böyle bir yüzleşmeden aciz kaldığını görürken, bugün hangi ülke, –yerel düzeyde dahi– vatandaşlarının sağlığını korumak ve nesillerini muhafaza etmek için önlemler alabilir? Hele de bu durum onu çevreyi ve insanı tahrip eden büyük şirketlerle doğrudan bir çatışma konumuna sokarken…
Elbette böyle bir devlet, –kendine ve vazifelerine saygı duyan her devletin misyonu olan– kamu yararını her şeyin üzerine koyan milli ve demokratik bir devlet olmalıdır. Fakat bugün demokrasi, birden fazla mekânda ve zamanda kendisine nüfuz edip boyun eğdiren liberalizmle nasıl yüzleşebilir? Eğer ki liberalizmin battığı günde boğulmak istemiyorsa demokrasinin yüzleşeceği şey acı verici gözden geçirmelerdir. Yoksa Allah göstermesin hep birlikte boğuluruz.
NOT: Oldukça ağır bir Arapça ile yazan Munsif Merzûkî'nin yazılarını tercüme ederken içinden çıkamadığım veya emin olamadığım bazı cümlelerde kendisine her ne zaman başvursam vaktini ayırıp yardımcı olan gazeteci Ola Karakurt'a ve Firas Sancaktar’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder