AVRUPA’NIN
SINIR PROBLEMİ
George Friedman (Amerikalı siyaset bilimci, Stratfor’un
kurucusu ve 2015 yılına kadar başkanı, Geopolitical Futures’ın kurucusu ve
yöneticisi)
Geopolitical
Futures, 23.10.2017
Tercüme:
Zahide Tuba Kor
Yüzyıllarca Avrupa, sınırlar üzerinden savaşlar verdi. 19. yüzyıl boyunca
ve 20. yüzyılın ilk yarısında imparatorluklar parçalanırken, yeni uluslar
doğarken ve kanlı savaşlar verilirken Avrupa’nın sınırları da iyice değişti.
1945’ten sonra ve Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte kıtada yeni bir prensip
ortaya çıktı; İkinci Dünya Savaşı sonunda şekillenen sınırlar değişmez birer kutsal
addedildi. Avrupa kıtasında ABD ile SSCB’nin karşı karşıya gelmesi muazzam
derecede tehlikeliydi. Sınır ihtilaflarının geçmişteki iki dünya savaşının
sebeplerinden biri olduğunun ve yeni sınırların meşruiyetini gündeme getirmenin
dahi şiddete yol açan ihtirasları alevlendirme riski taşıdığının
bilincindelerdi.
Genel olarak Avrupalılar, mantıksız veya haksız sınırlar içinde yaşamanın
onları düzeltmeye çalışmaktan çok daha iyi olduğunu kabul ettiler. Bu yüzden
Soğuk Savaş yıllarında sınır meseleleri nadiren tartışmaya açıldı ve gündeme
geldiğinde de alelacele halının altına süpürülüverdi. Kontrolü elinde tutan ABD
ve SSCB’ydi ve her ikisi de Avrupa sınırları üzerinden bir dünya savaşının
patlak vermesini istemediği gibi, Avrupa siyasetinin sağduyusuna da
güvenmiyordu, hele de 20. yüzyılın ilk yarısının o kanlı savaşlarından sonra…
Benzer şekilde kıtada var olan nüfuz alanları da dokunulmazdı. Ortada Doğu
ve Batı [blokları] vardı ve ikisi de birbirinin alanlarına müdahale
etmeyecekti. Dolayısıyla Sovyetler, Macaristan’daki ve Çekoslavakya’daki
bağımsızlık hareketlerini ezdiğinde ABD herhangi bir askerî adımdan kaçındı (başka
bir seçenek de pek yoktu zaten). Yugoslavya, [Z.T.K. SSCB
yörüngesindeki] Varşova Paktı’na girmektense Batı yanlısı bir tarafsızlığı
tercih ettiğinde Sovyetler, Yugoslavya’yı oluşturan federal cumhuriyetler
içinde bağımsızlık yanlısı hareketleri destekleyerek mukabele etme imkanı olduğu
halde sonunda bundan kaçındı. Sınırlar ve Avrupa liderlerinin bu sınırlar
üzerindeki pervasızca davranışları on milyonlarca can kaybına yol açmıştı.
Amerikalılar ve Sovyetler çok daha ihtiyatlıydı; tabii bunda tehlike altında olanın
kendi sınırları olmamasının da kısmen payı vardı.
1991-1992’de iki önemli gelişme yaşandı. Önce SSCB dağıldı, ardından
Maastricht Antlaşması imzalandı ve böylelikle Avrupa Birliği inşa edildi. Yine
sınır meseleleri olayların gidişatını şekillendirmeye başladı. SSCB’nin
sınırları çöktü ve birçok ülke, geçmişlerini ihya etmek üzere mantar gibi
bitiverdi. Sınırlarla ilgili ağızlarda gevelenen birçok soru vardı. Ukrayna ve
Belarus sınırları 1945’te batıya doğru epeyce genişletilmişti. Kafkasya’nın
sınırları dosdoğru tanımlanmamıştı. Orta Asya’nın sınırları teorikti. Doğu Avrupa
ülkeleri arasındaki sınırlar, askıya alınmış bir ihtilafın konusuydu.
Ama Doğu Avrupa ülkeleri için başka problemler öncelikti: milli
egemenliklerini tesis, bir parçası olmayı arzu ettikleri Avrupa’da kendilerine
bir yer bulma ve halklarına yeni bir hayat kurma. Dolayısıyla sınır meselesini
–çok büyük oranda– gündem dışına çıkardılar.
Yugoslavya ve Kafkasya, Avrupa sınırları dersinin farkına varılmasını
sağlayan istisnalardı. Bu iki bölgede, –AB çerçevesi dışında ve diğerlerini
fazla etkilemeden– 100.000’i aşkın insan hayatın kaybetti. Bunu, gelecekteki [1993’teki]
Avrupa devletleri çerçevesi içinde meydana gelen ve kimsenin canına mâl
olmayan Çekler ve Slovakların Kadife Ayrılığı [Kadife Devrimi] ile
kıyaslamak lazım... Bundan sonra Yugoslavya ile Kafkasya tecrübesi akılda tutularak
AB sınırlarının kutsallığı/değiştirilemezliği prensibi yeniden tesis edilmeye
çalışıldı. AB projesi, vaat ettiği barış ve refahı sağladı ve mevcut sınırlara
çağdışı muamelesi yaptı. Hiç kimsenin sınırların nereden çekildiğini
umursamadığı varsayıldı.
Ama ortada bir problem vardı: AB, bir ulusun aslında ne olduğu sorusunu
cevaplamaktan kaçınırken ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesini
olumlamıştı/onaylamıştı. Birliğin tanımına göre ulus, AB kurulurken var olan
her siyasi yapıydı. Bundan sonrasının üzerinde pek de düşünülmedi.
İşte bu yüzden İskoçya’yla birlikte Katalonya son derece önemli. İskoçlar
[2014 bağımsızlık referandumunda] şaşırtıcı derecede az bir oy farkıyla
İngiltere’den ayrılmayı reddetti. İskoçların %90’ının Birleşik Krallık’ta
kalmak istediği zannedilebilir, oysa sadece %55’ten birazcık fazlası bu yönde
oy kullandı [Z.T.K. Bu sonucun ortaya çıkmasında AB’den kopmak
istememeleri önemli bir faktördü; şimdi Brexit’le İngiltere’nin AB’den
ayrılmakta olduğu bir süreçte yeni bir İskoç referandumunda bağımsızlık
yanlılarının kazanması kuvvetle muhtemel]. Bu da demek oluyor ki
ayrılıkçılar ayrılmaya dikkat çekici mesafedeler; bu durum sadece İskoçya’yı
İngiltere’den ayırmakla kalmayacak, aynı zamanda İskoçlar arasındaki bölünmüşlüğü
de devam ettirecek.
Buna bir başka kritik unsur eklenebilir. Katalonya uzun bir süredir
İspanya’nın bir parçası; ama çok daha uzunca bir süredir kendisini ayrı bir
ulus olarak görüyor. İspanya, Katalonya’nın bağımsızlık referandumunu meşrulaştırmayacak.
Altta yatan temel sorular, Avrupa’nın bilhassa Yugoslavya vakasından sonra
gömmeye çalıştığı soruların aynısı: Ulus nedir ve ne gibi haklara sahiptir?
Gerek İskoçya gerekse Katalonya birer ulus. Bu durumda acaba onlar kendi
kaderlerini tayin hakkına sahipler mi, yoksa bu hakkı kaybetmiş durumdalar mı?
Katalonların hemfikir olmaması halinde acaba bunun ne gibi sonuçları olur?
Bu, Avrupa’da açılan tek yara değil. Macaristan bir zamanlar Romanya ile
Slovakya arasında bölünmüştü. Acaba onun eski topraklarının iadesini isteme
hakkı var mı? Belçika devleti, Hollandalılarla Fransızları mutsuz bir evlilikle
birbirine bağlayan bir İngiliz icadıydı. Acaba şimdi boşanabilirler mi? Lviv geçmişte
tastamam bir Polonya şehriydi ve fakat artık Ukrayna’nın bir parçası. Acaba
Ukrayna’nın batısı ayrılarak halkı 1945 öncesinde vatandaşı oldukları ülkelere
bağlanabilirler mi?
AB, sınırlar sorununu askıya alıp kendi kimliklerini göz ardı ettikleri
takdirde herkese evrensel bir refah vaat etmişti. Bu iyi bir pazarlıktı. Ancak
köprünün altından çok sular aktı ve iktisadi problemler sınırları çok daha
önemli bir hale getirdi. Tabii ki Avrupa’nın bu probleme herhangi bir çözümü
yok. 2017’de bağımsız bir İskoçya ve Katalonya’dan bahsetmemiz absürt
kaçabilirdi. Hiçbir iktisatçı bunu rasyonel bir tartışma olarak göremezdi.
AB’nin tasavvur ettiği homo economicus/iktisadi insan [Z.T.K.
yani kendi bireysel faydasına göre, tamamen rasyonel bir şekilde hareket eden
birey], maalesef ki bizim kim olduğumuza dair yetersiz bir açıklama. Uluslar
önemlidir; çünkü Avrupa sadece bir kıtadır ve AB de sadece bir antlaşmadır.
Faydalı bir oluşumdur ve işte bu faydalılık onu meşrulaştıran tek şeydir.
Faydalılık özelliğini kaybettiği anda meşruiyetini de yitirir. Bu aynı zamanda AB’nin
kabul edilebilir addettiği sınırların bozulup yok olması anlamına gelecektir. Katalonya
da İskoçya da ciddi bağımsızlık yanlısı hareketlere sahip. Kaderlerini
kendileri tayin etmek istiyorlar; çünkü kendilerini farklı görüyorlar. Onlar [mevcut
devletlerden koptuktan sonra] AB’ye kendi başlarına [kendi iradeleriyle
tekrar] katılacak dahi olsalar, eski Avrupa uluslarının yeniden
ağırlıklarını koyması fikri ve 1945’te çizilen sınırların meşruiyetinin
sorgulanması AB’nin ödünü patlatıyor. Gerçekten de bu durum onları Brexit’ten çok
daha fazla korkutmalı. Zira Avrupa’daki mevcut devletlerin hemen hepsinin sınır
problemleri ve bağımsızlık isteyecek kurucu bileşenleri var. Şu an için
bunların çoğu sakin ve hareketsiz halde. Ama İskoçya ve Katalonya’yı
izliyorlar. Ve tabii ki Avrupa’da sınır problemlerinin kıtayı nereye
sürükleyeceğini biliyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder