KATAR’A YÖNELİK İKİNCİ KUŞATMANIN ARKA PLANI
Munsif Merzuki (Arap dünyasının en önemli mütefekkirlerinden. Devrimin ardından 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanlığını yürüten siyasetçi, insan hakları savunucusu ve yazar)
El-Cezire Arapça, 29.6.2017
Tercüme: Zahide Tuba Kor
NOT: Munsif Merzuki’den tercüme ettiğim diğer makaleleri de okumanızı tavsiye ederim.
15 TEMMUZ’LA ORTADOĞU’DAKİ KARŞI-DEVRİMCİ GÜÇLER İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI (el-Cezire Arapça, 17.7.2016)
TÜRKİYE’NİN TAM BİR ZAFER KAZANMASININ YOLU (el-Cezire Arapça, 23.7.2016)
MUHTAÇ
OLDUĞUMUZ FİKRÎ DEVRİM (el-Cezire Arapça, 18.9.2016)
MUHTAÇ
OLDUĞUMUZ AHLAKÎ DEVRİM (el-Cezire Arapça, 20.11.2016)
İSLAMCI
DALGA… SULAR GERİ Mİ ÇEKİLİYOR? (el-Cezire Arapça,
24.5.2016)
DESPOTLAR
İÇİN ÜMMET, ÜMMET İÇİN DESPOTLAR DERSİ (el-Cezire
Arapça, 6.4.2011)
BEŞ YIL... BEŞ
KURAL... (bu tercüme şahsıma ait değildir)
Katar’a
yönelik kuşatmayı kaldırmak için zalim komşularının öne sürdüğü sürrealist tüm
talepler arasında tek “mantıklı”sı, el-Cezire kanalının kapatılmasıyla
ilgili olandı. Peki ama niçin? Çünkü eğer el-Cezire olmasaydı, hiç kimse –baskıcı
Arap rejimlerine yönelik en tehlikeli ve en son tehdidi teşkil eden– Arap
Baharı’nın patlak vereceğini tasavvur dahi edemezdi.
Bu
baharın tek bir sebebi veya tek bir babası yok. Aksine birçok sebebi ve nice
babaları var. Bu sebepler arasında el-Cezire kanalının rolü
ortada ve babalar arasında da ileride tarihçilerin liste başına koyacağı –bu
kanalı 1996’da kurup bugüne kadar sarp dağları dahi yıkacak denli büyük
baskılara tahammül göstererek himaye etmiş– bir şahıs, Emir Hamad bin
Halife es-Sânî olduğu aşikar.
Arap
Baharı’nın babaları arasında, dünyanın en zengin ülkelerinden birinin emirinin
yanısıra, akşam evine götürecek yiyecek parası bulamadığından [bedenini
ateşe vererek] intihar eden Tunuslu seyyar zerzevat satıcısı Muhammed
Buazizi’nin olması ne kadar da sembolik.
Nadiren
sorulan soru şu: O dönem Arap dünyasının her köşesine yayılmış, yolsuzluğa
batmış baskıcı rejimler varken, hele de tüm nesnel faktörler Katar rejimini de
bunlar arasında değerlendirirken, niçin bu şahıs sözkonusu rejimlerin altını oyacak denli tehlikeli bir rol
oynadı?
Bu
olgu, bilhassa Marksist tarihçilerin hoşuna gittiği şekilde, klasik tarihsel
analizlerle anlaşılamaz. Zira 1990’lı yılların ortasında Katar’ın kültürel,
toplumsal ve iktisadi yapısı Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’inkinden hiç de farklı
değildi.
O
halde Katar’a –o dönemden itibaren– çevre ülkelerden farklı bir yol tutturtan ve
el-Cezire’yi de bunun bir sembolüne ve en tehlikeli aracına dönüştüren şey neydi?
İşte
bu noktada, tarih alanında yapısal teorilerin hak ettiği önemi vermediği birey
faktörü devreye giriyor; her ne kadar ateşi, buharı ve atom çekirdeğini ilk
keşfeden bir grup veya rastgele bir güç değil, nesnel şartlardan istifade etmeyi
bilen ve tarihin akışını tek başına değiştiren bireyler olsa da.
Nesnel
faktörlerin dinamiğini etkileyen bu öznel faktör, -bu durumda- sıradışı insanların olağanüstü zekalarıdır.
Emir Hamad da
bugün ülkesini kuşatma altına alanların idrak edemediği bir anlayışa sahip.
Onun anlayışına göre, eski siyasi sistemin artık sonuna gelindi; halklarının
nefret ettiği yozlaşmış elitler tıpkı daha evvel Avrupa’da ve ABD’de olduğu
gibi yok olup gidecekler; halkların yanında saf tutmaksızın ve onların
elemlerini ve emellerini dikkate almaksızın akıllara ve gönüllere erişmek artık
mümkün değil.
Dolayısıyla bu durumu, babasının oğlu Beşşar’ın anladığı ve
uyguladığı şekilde, milliyetçilikle yorumlamak abesle iştigal.
Peki, o halde bu tercihin ardındaki saik ne? Temel saik, ne demokrasi ne
de devrimcilik (veyahut Arap Baharı düşmanlarının deyimiyle devrim tacirliği); bunu Arap vatanperverliği
olarak isimlendirmek mümkün. Yani her nerede olursa olsun Arap menfaatleri için
gayret gösterme bilinci ve
maddi-manevi destek vererek ümmetin halkları yanında durmak.
Eğer
ki halklar devrim isterse Arap vatanperverliği devrime destek çıkar; eğer ki
demokrasi isterse halkların demokrasi hakkını savunur. Her durumda hep direniş
safında yer alır; ki bugün bu direnişi temsil eden, eski sistemin hüküm sürdüğü
devletlerin terörizm hanesine sokma ve Sisi’nin de Mısır’da o muhteşem 25
Ocak Devrimi’nin izlerini silmek üzere iktidara geldiğinde ilk kuşatmayı
uygulama kararı aldığı HAMAS’tır.
El-Cezire’nin
söylemi olan Arap vatanperverliğini benimsemek suretiyle Katar, aslında tek taşla
tam bin kuş vurmayı başardı.
Körfez’deki ve Körfez dışındaki despotizm, siyasi ve kültürel paralı neferlerin en sefilleri dışında hiç kimseyi cezbedemezken ve
tek silahı da “pirinç” iken [Z.T.K. buradaki “pirinç” kelimesi çok büyük bir ihtimalle “Körfez parası” anlamına gelmekte
olup yazar, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin basına sızan
tapelerinden birinde “Körfez’de para pirinç kadar bol” demesine atıfta bulunarak bir ironi yapıyor]; Katar –sağladığı özgürlükle– en iyi beyinleri
ve en temiz siyasileri kendi yanına çekebildi ve Doha’yı en önemli Arap kültür ve medya
başkenti haline getirdi.
Ayrıca nüfusunu
fersah fersah aşan boyutta bir siyasi güç inşa etmeyi ve –ahmakların artık
sona erdiğini zannettiği, oysaki şu an hala daha başlarında olduğumuz– Arap
Baharı sürecinde başrol oynamayı başardı.
Bu durumda Katar’ın baskıcı rejimlerin baş düşman olması, hele de –onların bakış açısına göre– [Z.T.K. 2013 Haziran'ında başa geçen] oğul Temim babası Hamad’ın “hıyanet”ine yeni yeni “hıyanetler” eklemişken, hiç de şaşırtıcı değil. Emir Temim, babasının yolunu sürdürmekle kalmadı, üstelik bir de yolsuzlukla mücadele için uluslararası bir ödül vermeye başlayarak bir adım daha ileri gitti. Yolsuzluğun bu rejimlerin ne denli özü ve temel taşı olduğu herkesin malumu.
Bu durumda Katar’ın baskıcı rejimlerin baş düşman olması, hele de –onların bakış açısına göre– [Z.T.K. 2013 Haziran'ında başa geçen] oğul Temim babası Hamad’ın “hıyanet”ine yeni yeni “hıyanetler” eklemişken, hiç de şaşırtıcı değil. Emir Temim, babasının yolunu sürdürmekle kalmadı, üstelik bir de yolsuzlukla mücadele için uluslararası bir ödül vermeye başlayarak bir adım daha ileri gitti. Yolsuzluğun bu rejimlerin ne denli özü ve temel taşı olduğu herkesin malumu.
***
Ormanı
örten ağaca uzun uzadıya bakmayı bırakıp en geniş bağlamda ikinci ve birinci
kuşatmayı koyana kapsamlı bir şekilde bakmak gerekir. Bu da Arap siyasi
sistemine bir bütün olarak odaklanmamızı gerekli kılıyor.
Bugün
Katar üzerinden yürüyen çatışmanın temel anlamı, Arap dünyasının geneline yayın yapan
ilk televizyon kanalına duyulan kronik öfkeden veya Körfez rejimleri arasındaki
rekabetten veyahut başarısızların başarılı olanları çekemeyip kin ve kıskançlık
beslemesinden çok daha fazla.
Sözü uzatmadan doğrudan meselenin özüne inmek gerekirse, aşağıdaki mülahazalar konuyu en geniş çerçeveye oturtmakta, yani –ünlü Alman filozof
Hannah Arendt’in deyimiyle– henüz daha ölmemiş eski siyasi sistem ile hala daha
doğum aşamasındaki yeni sistem arasında ümmetin çok büyük ve hayati/kaderini
belirleyici çatışma çerçevesinde ele almakta:
1. Mevcut Arap siyasi sistemi, –bazılarının zannettiğinin aksine– görünüşü ve
çıktıları dışında aslında yeni bir şey değildir. İster krallık isterse “cumhuriyet”, ister “modernist” isterse “İslamcı”, ister “medeni” isterse askeri olsun, özünde bu, altı asır
evvel İbn Haldun’un tarif ettiği (ama tasvip etmediği) bir sistemdir.
Bu,
iktidarı (yani nüfuz, servet ve itibarı), muzafferler arasında dağıtılan
bir savaş ganimeti olarak tasavvur eden bir “asabiyye sistemi”dir; her
daim bu sistemin muzafferleri, devrimle veya başkalarını aldatarak gasp ettikleri
iktidarı bir topluluk olarak korumak maksadıyla mümkün olan en ileri boyutta
dayanışma içinde olan belli bir mezhep, kabile veya askerî müessesedir.
2.
Bu tür bir sistem, toplumu efendi ve reaya (tebaa/sürü) olarak bölmek
suretiyle zulüm ve isyandan, her kesimin bir diğerinden kronik korku
duymasından başka bir şey üretmez. Bu, istikrarsız
tehlikeli bir durumdur; burada yöneticinin hali, tıpkı her an kendisini
sırtından yere fırlatabilen serkeş bir atın sürücüsü gibidir -ki yere çalındıkça boyun omurları kırılır.
“İbn Halduncu” yöneticinin bu tehlikeli atı uysallaştırmak için elinde böyle bir düzeni inşa edip ayakta tutmaya başlamasından itibaren sahip olduğu araçlardan başka hiçbir şey bulunmaz. Bu araçlar şunlardır:
— Vicdanları satın almak ki bu, sistemin devamlılığı için yolsuzluğu ve ifsadı bir
mihenk taşı haline getirir.
—
Cami minberlerini ve bugün ise medyayı kontrol etmek suretiyle akılları
kontrol altında tutmak.
— Her türlü
hesap verilebilirlik talebinden caydırmak ve kalplere korku salmak amacıyla –tabii
ki terörle mücadele bahanesi altında– tüm şiddet çeşitlerini uygulamak,
özellikle de işkence yapmak. Terör konusunda ben, Batı’daki karar
alıcıların [terörün] eski
Arap siyasi sisteminin kaçınılmaz/zorunlu bir sonucu olduğunu bilmediklerine
artık inanmıyorum.
Aşikar
ki terör, rejimlerin zulmünün ve yozlaşmışlığının bir neticesi.
Hapishanelerinde uygulanan vahşice işkencelerin bir sonucu. 1980’li yıllarda
televizyonlarında dini söylemler kullanarak solcularla savaştıklarını iddia
etmelerinin bir ürünü. Ve yine bu, gerek Batı’nın gerekse kendi orta
sınıflarının desteğini elde etmek amacıyla [Arap rejimlerine bağlı] istihbarat
teşkilatlarının terör örgütlerinin içine sızıp onları kullanmasının bir
neticesi.
O halde, nasıl ki gölge güneş altında yürüyenin ayrılmaz bir
parçasıysa terör de eski Arap sistemine yapışıktır. Dolayısıyla terör, onu
doğuran sistem ortadan kalmadığı sürece bitmez.
Ancak
Batı’daki karar alıcılar, teröre, eski Arap sisteminin muhtaç olduğu
kadar ihtiyaç duyuyorlar. Zira bu sayede [Ortadoğu’daki] rejimleri
ve onlar üzerinden Arap halklarını ve hatta kendi halklarını kontrol altında
tutabiliyorlar. Peki sonuç olarak bunun onlar için maliyeti ne? Kurbanların
sadece %1’i Batılıyken %99’u Arap ve Müslüman. Bu da demek oluyor ki Katar’ı
terörizmle suçlamak aslında hilekarlığın, kötü niyetin ve hakikati tersyüz
etmenin zirvesi.
3.
Dünyanın İslamcı dalganın ve demokratik dalganın aşağı yukarı eşzamanlı hızla
yükselip kitleleri peşinden sürüklediğine şahit olduğu 1980’lerden itibaren bu
ortaçağ sistemi can çekişme aşamasına girdi.
Arap
toplumları daha evvel görülmedik bir niteliksel sıçramaya şahit oldular; öyle ki hürriyet
talebi giderek arttı, yolsuzluk gittikçe genişleyen kesimler tarafından
reddedilmeye başlandı ve rejimlerin uyguladığı baskı, giderek büyüyen ve kökleşen barışçıl veya
şiddet yanlısı direniş hareketlerini doğurdu.
Cami minberlerinin İslami
isyanın sesi olacak şekilde kendi haline bırakılması ve bazılarının terörist hareketleri doğurması, çoğulcu ve çeşitli medya araçlarının ise demokrasiyi reddeden seslere dönüşmesiyle akıl ve gönül savaşı da tamamen kaybedildi.
Internet, insanların
düşüncesini ve muhayyilesini kontrol altında tutma vehminin sonunu
getirdi. Ardından eski zihniyetlerle ve modası geçmiş köhne yöntemlerle hiçbir
bağı olmayan, benim “e-nesli” dediğim yeni nesiller bir anda akın ettiler.
4. Arap
Devrimleri, işte bu derin toplumsal değişiklikler bağlamında meydana geldi.
Hedefi, devletin çarklarının sadece tek bir gruba değil herkese hizmet
edecek şekilde dönmesi için mümkün olduğunca eşitlik, onur ve etkinliği sağlayan bir siyasi sistemi, bu yeni gerçeklikle bağdaştırmaktı.
Ancak eski rejim, budalalığından ve korkusundan, Katar ve Fas dışında diğer tüm ülkelerin yeni şartlara intibakını reddetti; Arap dünyasının doğusundaki (Maşrık) ülkelerin çoğunda, yok edebileceği geçici/arızi bir olgu olduğunu zannederek geri kalan tüm enerjisiyle [Arap Devrimlerine] karşı koymak için seferber oldu. Oysaki bu, karaları ve denizleri taşıyan jeolojik katmanların hareketlenmesi ölçeğinde bir tarihî dönüşüm.
Ancak eski rejim, budalalığından ve korkusundan, Katar ve Fas dışında diğer tüm ülkelerin yeni şartlara intibakını reddetti; Arap dünyasının doğusundaki (Maşrık) ülkelerin çoğunda, yok edebileceği geçici/arızi bir olgu olduğunu zannederek geri kalan tüm enerjisiyle [Arap Devrimlerine] karşı koymak için seferber oldu. Oysaki bu, karaları ve denizleri taşıyan jeolojik katmanların hareketlenmesi ölçeğinde bir tarihî dönüşüm.
5. Arap
Devrimlerinin ilk dalgasından sonra eski siyasi rejimler harekete geçti ve bu
dalgayı kırmak için engeller koymak suretiyle Mısır, Tunus ve Libya savaşlarını
kazandı. Ardından elindeki tüm parayı ve silahı diğer savaşları kazanmak için
ortaya döktü, Gazze’yi tecrit etmek
ve özellikle Arap Baharı’na destek veren merkezleri, yani Türkiye ile Katar’ı vurmak
suretiyle… Ancak Gazze’de direnişin gösterdiği yiğitlik, Türkiye’de askerî
darbe kalkışmasının başarısızlığa uğraması ve bugün de Katar’a uygulanan
kuşatmanın başarısızlığıyla güçleri kırılmış oldu.
Ümmetin her daim
Filistin meselesine, dün Recep Tayyip Erdoğan’a ve bugün de Katar’a
gösterdiği büyük sempati ve buna ilaveten bütün Arap ülkelerinde yozlaşmış eski
siyasi sistemin borazanlarının yalnızlaşması, 1990’ların ortalarında Emir
Hamad’ın oynadığı bahisin ne denli sağlıklı olduğunun ve bugün ülkesi Katar’ı
kuşatanların tutuştukları iddianın akılsızlığının en net kanıtı.
Aslında onlar şu anda en zor durumda olanlar ve hiç kimse bu krizden çıkışın nasıl
olacağını bilmiyor. “Son pişmanlık fayda vermez!”
Körfez’de aileleri paramparça eden bu
trajedide ağlatan komedi, Katar’ı abluka altına alanların bu ülkenin
içinde kuşatmayla boğabilecekleri korkunç bir gulyabani olduğunu zannetmeleri.
Oysaki bu gulyabani, kendi ülkelerinin içinde “elektronik” nesiller şekilde
giderek yayılarak kol geziyor.
Medyanın yalanlarından kurtulan ve gün boyu düşünüp değerlendirme özgürlüğünü tadan bu öfkeli genç
nesillerin tamamı, bilgisayarlarının
önündeler. Başta yolsuzluklar olmak üzere her türlü bilgiye ulaşıyorlar ve
itibarını, meşruiyetini ve inandırıcılığını kaybeden yozlaşmış gruplar
tarafından mütemadiyen bir tebaa olarak muamele görmeyi asla
kabullenmeyecekler.
6. O halde bugün
meselenin özü, halen daha son nefesini verememiş eski Arap siyasi sistemi ile
ilk doğum çığlıklarını atan yeni Arap siyasi sistemi arasındaki çatışmanın
zirve noktasına ulaşması.
Maalesef
ki Katar savaşından sonra ufukta beliren şiddetli bir savaş var ve yeni Arap
siyasi sisteminin kurulduğu her ülkenin bir üçüncü ve hatta dördüncü kuşatmaya
maruz kalıp kalmayacağını hiç kimse bilmiyor. Eski sistem, sadece –Arap iç
savaşını ümmetimizin daha fazla yıkılıp harap olması için altın bir fırsat
olarak gören ve parçalanmış coğrafyayı vesayeti altına sokan– İsrail’le değil, şeytanla bile
ittifak kurmaya hazır.
7.
Gelecek konusunda fazla iyimser olmamalıyız; zira Arap dünyasının tamamında
gördüğümüz –kurumuş otlaktaki bir yangın gibi büyüyen– yıkım aslında sadece bir
başlangıç.
İnsanların
Avrupa’nın yeniden canlanmak için 1914-1945 arasında ödediği bedelleri (60
milyondan fazla ölü ve yaşlı kıtanın çoğu şehrinin neredeyse tamamen yerle bir
olması) veyahut Çin’in 1849-1949 arasındaki yüz yılda ödediği bedelleri (yüzlerce savaş,
açlık, yabancıların müdahaleleri ve on milyonlarca insanın açlık ve savaşlar
yüzünden hayatını kaybetmesi) hatırlaması lazım.
Yıkılması
gereken her şeyi, yani sınırları sun'i olan devletleri, yolsuzluklara batmış
rejimleri, aptalca ideolojileri ve modası geçmiş adet ve gelenekleri yerle bir
etmek için bu denli büyük bir bedel ödemekten kaçınabileceğimizi hiç zannetmiyorum.
Aynı şekilde
karamsarlıkta da fazla ileri gitmemeliyiz. Alternatiflerin yavaş ama emin
adımlarla berraklaştığı kesin, hatta baskıcı rejimlerin kendi içlerinde dahi...
Onların bazı âkil adamları, -bugün Katar’a ve Arap Baharı ülkelerine karşı
uygulanan- bu tür pervasızca politikaların aslında çöküşü hızlandırabileceğini
ve bu politikalardan sorumlu olanların da sülalelerinin son temsilcisi olabileceğini,
mezarlarını kendi tırnaklarıyla kazdıklarının farkına dahi varamadıklarını biliyorlar.
Ancak en
önemlisi, toplumların bilincinin, gücünün ve cesaretinin giderek gelişmesi. Sistemler
genellikle fiilen ömürlerini tamamlamadan onlarca sene evvel akıllarda ve
gönüllerde ölürler. Sovyet sistemi 1990’larda çökmedi, çöküş bundan çok çok
evvel başladı. 1990’lardaki çöküş, çok daha evvel başlamış sessiz sedasız
yürüyen bir sürecin sadece en son aşamasıydı.
Dolayısıyla diyebiliriz
ki, bazıları tıpkı Tunus’taki gibi yüzeyde görünen, geri kalanı ise buzdağının altında görünmeden duran alternatiflerimiz mevcut: tebaadan değil
vatandaşlardan oluşan halklar etrafında dönen hayaller ve projeler; ganimetçi/yağmacı
değil, işlevsel/hizmet üretici yönetim; yolsuzlukları sona erdiren şeffaflık;
haklar ve hürriyetler.
Keza hukuk devleti
ve kurumları, çoğulculuğa saygı, yeni bir vatandaşlığa dayalı barışçıl şekilde
bir arada yaşama, demokratik devletler ile hür halkları arasında birlik, 21.
yüzyıl meydan okumalarına karşı koymak için bunlar arasında işbirliği…
Biz, meydana gelen
yıkımın üzerine yeniden inşa hazırlıkları yapmak için gizli gizli bir araya
gelen güçler görmüyoruz ortada, tıpkı akıllardan ve gönüllerden neler geçtiğini
göremediğimiz gibi. Ancak ızdırap ve elemler yolunda güven içinde yürümemizi
sağlayacak o ümidi hala daha beslememizin doğru olduğunu bize salık veren hikâyeler
de dinliyoruz zaman zaman.
Mesela yıkım
süreci sona erdiğinde inisiyatifi ele alma hazırlığı yapmaya şimdiden sessiz
sedasız başlamış bu güçler hakkında en son işittiğim şey şu oldu: Bir Suriyeli
ve Alman mühendis grubu, savaş henüz bitmemiş olsa da, Halep’i imar etme planı
hazırlamaktalar.
Halep’i, Taiz’i,
Musul’u, Bingazi’yi yeniden inşa edeceğiz. Bilhassa Arap aklını yeniden üreteceğiz.
“İbn Halduncu asabiyye” sisteminin enkazı üzerinden –problemin en büyük kaynağı değil, çözümün
bir parçası olan– bir Arap siyasi sistemini kuracağız. Her şey zaman meselesi; sakın
hayal kırıklıklarına yenik düşmeyin. “Hiç şüphesiz her gecenin bir sabahı
vardır!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder