RUSYA’NIN EN ÖNEMLİ
EMİTASI, DÜNYA GÜVENLİĞİNİ TESİSTİR
Röportaj veren: Sergey
Karaganov (2001-2013 yılları arasında Rus Devlet Başkanı Vladimir
Putin’in dış politika danışmanı. Tarih doktoru, Milli Araştırma Üniversitesi
Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler dekanı ve aynı zamanda Dış ve Savunma
Politikası Konseyinin onursal başkanı)
Röportajı yapan: Alexei Peskov
Röportajı yapan: Alexei Peskov
South Front,
11.4.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Rusya-Batı
ilişkilerindeki mevcut krizin kökeninde neler var?
İlişkilerdeki kriz
birçok sebebe dayanıyor:
Birincisi,
1990’larda kendisini muzaffer addeden Batı bunun ebediyen devam edeceğini
zannetti. Ama 21. yüzyılın ilk on yılında süreç değişti ve bilhassa Irak, Libya
ve Afganistan’a müdahale hatalarıyla bir anda hızla kaybetmeye başladı. Bütün
bu müdahaleler Batı’nın mağlubiyetiyle sonuçlandı. Dünya meselelerinin çözümü
için sundukları reçetelerin ne denli etkisiz olduğu küresel finans krizinin
patlak verdiği 2008-2009’a gelindiğinde aşikâr bir hal aldı. Bunu Batı’nın
ahlaki, siyasi, iktisadi ve askeri konumunun çöküşü takip etti - ki bu gidişatı
fark edenlerin sayısı çok azdı… Ne olmuştu hatırlayalım: ABD silahlanma için
trilyonlarca dolar harcadı ve o dönemde tüm dünyada hegemonyasını tesis etmiş
gibi görünüyordu; ama ordusunu sahaya sürdüğünde tüm savaşları kaybetti. Bütün
bu devasa harcamalarının aslında değerini düşürdüğü ortaya çıktı. Üstünlükleri,
hegemonyası değerini kaybetti.
İkinci önemli
faktör, daha evvel de yükselmekte olan ama son yıllarda başarıları çok daha
fazla belirgin ve mühim bir hal alan Çin ve Hindistan başta olmak üzere diğer
devletlerin güçlenmekte olması.
Üçüncü faktör
Rusya. Bir şekilde Batı’ya yönelmeye, onu yatıştırıp rahatlatmaya ve onun
politikalarına uymaya çalıştı; ama sonra bütün bu çabaların ne denli manasız
olduğunun farkına vararak çark etti. Batı ülkelerinin iktisadi, askeri ve
siyasi çöküşü esnasında Rusya’nın bu davranışı,
son derecede can sıkıcı olarak algılandı. Batı’da hala Rusya’nın
iktisaden zayıf olduğu ve tıpkı SSCB gibi şoklara dayanamayacağı hissiyatı
hâkim olduğundan Moskova bir dizi “eğitici eylem”e [Z.T.K. iktisadi
ambargoları vs. kastediyor] maruz kaldı.
Batı’nın Rusya’yla
savaşının nihai hedefi nedir?
Birçok analist
ABD’nin bunlara uygun bir dizi hedefi ve eylemi devreye soktuğundan emin. Bu
gerçekse bile devreye soktukları çok küçük bir düzeyde. Bugünün Amerikan
siyasetine ilişkin yorumlardan biri, ABD’de yönetici elitin bölündüğü ve
siyasetin gidişatını belirleyenlerde liyakat düzeyinin yerlerde süründüğü
yönünde. Irak’ta demokrasiyi tesis için savaştıklarını söylediklerinde
insanların çoğu savaşın asıl gayesinin petrol kaynaklarının kontrolü olduğundan
emindi. Ama ben bu savaşı, yönetici elitin müthiş bir liyakatsizliğinin,
yetersizliğinin bir tezahürü olarak görüyorum. Silahlı kuvvetleri tamamen
anlamsız bir şekilde et kıyma makinesine atmak, siyasi bir hezimete katlanmak
ve yüz binlerce insanı telef etmek… Bu, sorumsuzluğun ve ahmaklığın zirvesi…
Hırslar aklı galebe
çalıyor yani?
Hırslara ilaveten, bir
de hem yurtiçindeki hem de yurtdışındaki makul ve sorumluluk sahibi elitleri
dinlemekte bir isteksizlik var. Birçok Rus ve Amerikalı elit Amerikan
yönetimini Irak’ı işgal etmemesi konusunda uyardı. Ama onları dinlemediler.
Üstelik biz de uyardık, sakın Afganistan’da bir kara operasyonuna girişmeyin,
yoksa mağlubiyetiniz kaçınılmaz olur diye. Bizi de dikkate almadılar. ABD’de
son derece entelektüel bir elit varken nasıl bu denli faydasız, başarısız bir
dış politika yürüttüklerini anlayabilmek gerçekten zor. Belki bu durum
elitlerin hizipleşmesi ve ideolojisiyle açıklanabilir. Şu anda ABD’de iki grup
hâkim: yeni-muhafazakârlar/neoconlar (mutaassıp sağ) ve ona karşı duran liberal
müdahaleciler. Araçları farklı olsa da her ikisi de Amerikan hayat tarzını tüm
dünyaya yaymakta istekli. En önemlisiyse her ikisinin de yetersiz.
Bu iki uç tarafın
temsilcileri şu anda başkanlık yarışındalar; vatanperver görüşlere sadık elit
ise modern dünya işleyişinin nasıl gölgelendiğinin farkında. Bu elitin duayeni
(…) Henry Kissinger. (…) Realist olarak nitelenebilecek isimler bugünün siyasi
tartışmalarına hemen hiç katılmıyorlar. Yönetimde ideolojik bayağılık var.
Böyle şeyler, vakti zamanında bizde de siyasette aklın yerini ideolojinin
aldığı başka ülkelerde de yaşandı.
Soğuk Savaş
sırasında ABD McDonald’s, kot kıyafet, rock müzik ve Hollywood aksiyon
filmleriyle dünyaya başarılı bir şekilde boyun eğdirmişti… Eğer hedefi dünyayı
kendi hayat tarzına zorlamaksa değişim için silah kullanmaya ne gerek vardı ki?
Batı’nın ideolojik
nüfuzunun diğer ülkelere yayılması, Amerikan iktisadi politikası lehine bir
rıza göstermek demektir. İdeolojik savaşın amacı, sadece ahlaki bir zafer
değil, çok daha elle tutulur başka şeylerdir. Mesela 1990’larda Doğu Avrupa
ülkelerinin Batı Avrupa nüfuz alanına geçmesi, iktisadi durgunluk içinde
oldukları bir anda Batı’ya yeni bir iktisadi destek sunmuştu.
Herkesin
anlayamadığı bir nokta daha var: Küreselleşmenin yükselişi yüzünden ideolojik
yayılma hız keserek durdu. Bunun sonucu ise Batı’nın kendi isteklerini
dayatamadığı üçüncü tarafların iktisadi bir patlama yaşaması oldu. SSCB
müdahale etmeyip sadece kendi blogundaki ülkeleri korumaya odaklandığında [ABD]
bunu yapabiliyordu. Ama artık dünya nispeten daha tekdüze bir hale geldi ve
sonunda güvenlik sistemi de değişti. ABD, sadece Çin’in sahip olduğu nükleer
silahlar nedeniyle değil, aynı zamanda bunun Rus çıkarlarını olumsuz etkileyip
Rusya’yla bir savaşı tetikleme riskinden dolayı da Çin’e saldıramaz. Nükleer
unsur artık dünyaya yayıldı ve bu sayede ülkeler Soğuk Savaş’takinden çok daha
fazla egemen hale geldiler. Hindistan, İran, Malezya, İsrail, Tayland ve
Singapur her geçen sene gittikçe çok daha bağımsız dış politikalar uygulayan
ülkeler arasında yer alıyor.
Egemenliğin
artmasıyla birlikte bu ülkelerdeki geleneksel değerlerin dışarıdan ihraç edilen
değerlere kıyasla artık vatandaşlar için çok daha önemli bir hale geldiği açık.
Otoriter ülkelerde dahi halkın siyaset üzerindeki etkisinin çok daha aktif bir
hal almasıyla birlikte bir demokratikleşme süreci başladı. İnsanlar kot
kıyafetleri kabul ediyor ama geleneksel kültürünü de istiyor. Bu, dünyanın
“McDonald’s’ları reddetmeye başladığı anlamına gelmez; daha ziyade
kendilerinden olan bazı şeyleri de insanların beğenisine sunar hale geldiler.
Ve şu anda Çin mutfağı Amerikan “fast-food”larından çok daha fazla dünyayı
etkiliyor.
Rusya buna nasıl
karşılık verebilir? Dünyayı kendi safımıza çekebileceğimiz “yumuşak güç”ümüz
nedir?
Rusya yapıcı
avantajlarını dünyaya sunabilir. Mesela suya ve enerjiye muazzam bir talep var
ve bunların üretimi sayesinde Rus coğrafyası içindeki Sibirya ve Uzak Doğu
bölgeleri kendi ayakları üzerinde durur hale gelebilir. Ancak -her ne kadar
eskisine kıyasla azalsa da- elitimiz bu bölgelerin daha fazla gelişmesine karşı
hala bir direnç gösteriyor.
Kim olduğumuzun
farkın varabilmemiz için tarihimize bakmamız lazım. Dünyanın yarısını fetheden
dönemin Çin yöneticisi Cengiz Han’dan başlayıp ardından Avrupa’nın yarısını ele
geçiren Cermen etnik gruplardan olan İsveçlilere, daha sonra Napolyon’dan
Hitler’e kadar bütün imparatorlukları yıkan tek devlet biziz.
Şunun farkında
olmalıyız ki biz tüccar ve ayakkabı üreticisi bir millet değiliz; çünkü diğer
şeylerle ne kadar çok uğraşırsak uğraşalım, sonuçta tanklarımız en önemli ve en
değerli ürünümüz. Biz nasıl savaşılır ve bir savaş nasıl kazanılır, bunu
biliyoruz. Dünyanın bize ihtiyacı var; çünkü biz en önemli emtiayı/değeri
sağlıyoruz, yani güvenliği. [Z.T.K. “emtia” tam çeviri olmakla
birlikte Karaganov’un burada kastettiğini “ticaret malı/ihraç malı” olarak da
algılamak mümkün. Yani “Rusya’nın en önemli ihraç malı dünya güvenliğini
sağlamaktır” şeklinde düşünübiliriz.] Ayrıca şunu da hiç unutmamalıyız ki,
şu an her ne kadar geliştirmiyor olsak da, bizim arkamızda muhteşem bir kültür
var ve dünyada nüfuzumuzu sürdürebilmek için kültürümüzden faydalanabiliriz.
Yani Tolstoy ve
Dostoyevski’nin yardımıyla mı dünyayı fethedeceğiz?
Dünyayı niye
fethedelim ki? Biz, herkesin bize saygı duyduğu veya en azından biraz olsun
korktuğu güçlü, zengin ve büyük bir ülkede yaşamak istiyoruz. İktisadi ve
entelektüel olarak gelişmek ve böylece galip devlet olduğumuzun haklı gururunu
yaşamak tüm istediğimiz; daha ötesine ihtiyacımız yok. Ama aynı zamanda
dünyanın Tolstoy’un Savaş ve Barış romanına erişmesini sağlamalıyız;
çünkü bunu okuyan herkes ilelebet Ruslara saygı duyacaktır.
Rusya ile ABD
arasındaki mevcut ilişkilere bir analojiyle bakabiliriz: Bütün rollerin
dağıtıldığı bir tiyatro oyuncu grubunda aniden yedektekilerden birinin çıkıp da
“kahraman sevgili rolü benim” diye tutturduğunu düşünün; bu durumda mevcut oyun
kahramanı çileden çıkar…
Şunu bilmelisiniz
ki mevcut kahraman sevgili Rusya’dan değil, Çin’den ürküyor. Eğer Çin mevcut
hızda büyümeye devam ederse birkaç sene içinde dünyadaki bir numaralı güç
olacak. ABD’yi askeri kuvvet veya kişi başına düşen milli gelir bakımından
aşacak demiyorum; ama jeopolitik nüfuzu açısından bir numara olacak. Ve ABD bu
gidişattan hiç memnun değil.
Çin’e bir uyarı
mahiyetinde Rusya bir şamaroğlanı olarak seçilmişe benziyor; bu konuda ne
dersiniz?
Bir bakıma evet.
Ama bunun yanı sıra kendi elitimiz, ekonomimizi geliştirme noktasındaki
acziyetiyle veya isteksizliğiyle baskıyı daha da kışkırtıyor. Batı’daki
hissiyat, eğer Rusya’nın işini SSCB döneminde bitiremediyse bunu şimdi yapmak.
İktisadi durgunlukları devam ettiği müddetçe bizi dövme şevkleri daha da
artacak. Rus-Batı ilişkilerindeki bozulmanın nedenleri Batı’daki toplumların iç
yapılarında aranmalı. Avrupalı elitler arasında Rus karşıtı hissiyat zaten hep
güçlüydü; ama Avrupa projesinin krizi yüzünden bu hissiyat şimdi belirgin bir
şekilde arttı. AB zirve noktasına 1990’larda ulaştı, ardından Doğu Avrupa
ülkelerine yeni pazarların akışı buna destek oldu, ama artık genişçe bir alanda
kaybediyorlar. AB düşüşe mahkûm, ama umarım bu gidişat bir çöküşe yol açmaz.
Çünkü AB’nin çöküşü Rusya için de oldukça kötü bir seçenek. Şu anda Avrupalı
elitler düşüş sürecini durdurmayı sağlayacak yollar arıyorlar. Bu yollardan
biri de düşman imajını yenilemek. Hatırlayın, AB projesi iki sütun üzerine inşa
edildi: savaşın olumsuz sonuçlarını aşmak ve komünizm karşıtlığı. Her iki
problem de çözüldü. Yerine ne gelecek? 2010’da Rusya ve Putin’le işe
başladılar. 2013’e gelindiğinde Avrupa’da Rus karşıtı propaganda her yere
taşmıştı ve şimdi ise Rusya’nın eli dünyadaki her kötülüğün içinde görülmek
suretiyle ileri hayal gücü gerektiren (fantazmagorik) bir boyut kazandı.
ABD ve Avrupa
1990’larda bizi nasıl sevmişlerdi… Baba Bush, dükkanlarımızın rafları boşken
bize tavuk butları yolladı; ikinci el ürünlerle bizi kazıkladılar. Bunun
karşılığında ne istediler?
Karşılığında bizim
kendileri gibi olmamızı, onları takip etmemizi istediler. Biz ise bugünün
Avrupa’sı gibi olmayı değil, 1950’lerdeki gibi, ortak büyük tarihimizi
yeğledik. Biz uzun yıllardır kesip koparıldığımız Hristiyan ideallere bağlı
kalarak kültürel anlamda Avrupalılaşmayı arzu ettik. Biz Adenauer, Churchill ve
de Gaulle’ün Avrupa’sını istedik. Ama tamamen farklı bir Avrupa’ya ulaştık;
kendisini reddeden ve bugün artık tamamen farklı değerler ilan eden bir Avrupa…
Ümit ederim ki Avrupa eski ideallerine geri döner de bir araya gelip
konuşacağımız bir şeylerimiz olur.
Hatırlayın, 1990’lı
yıllarda biz egemenlik konusundan pek bahsetmiyor, [Avrupa tarafından] beğenilmek
istiyorduk. Onlar bizim sırtımızı sıvazlarken, biz de bir minnettarlık
göstergesi olarak tavize hiç değmeyecek şeyleri dahi vermeye hazırdık. NATO’nun
yayılmasını fiilen kabul ettik. Bu sevgi, Rusya’nın petrol ve doğalgaz
varlıklarını elden çıkarma gibi bir planı olmadığının bir anda netleştiği
Khodorkovsky davası sayesinde 2000’li yılların başlarında sona ermeye
başladı.
Şu anda karşı
karşıya olduğumuz en büyük tehdit nedir?
1960’lı yıllardan
bu yana ilk kez savaş tehdidi bu denli büyük. Ve yaklaşık sekiz senedir de bu
böyle. Burada nesnel tehditlerden bahsediyorum; tabii ki ve çok şükür ki şu
anda hiç kimse gerçek bir savaş istemiyor. Tehdit, dünyadaki güç dengelerinde
meydana gelen hızlı değişim nedeniyle çözülemeyen çelişkilerin birikmesi
yüzünden var. Başta Batılılar olmak üzere elitlerin çoğu bu durumdan nasıl
çıkılacağını da bilmiyor. Böyle zamanlarda basit çözümler onlara cazip görünür.
Rusya’nın nükleer potansiyeli şimdiye kadar bu tarz basit çözümlerden alıkoydu;
ama mevcut karşılıklı güvensizlik şartlarında kazara bir savaş patlak
verebilir.
Rusya’da reformlar
konusu ne oldu? Herkes reformlara “taraftar”, herkes ülkemizde nelerin yanlış
gittiğinin bilincinde. Ama çıkıp da “Bu nasıl iyi bir şekilde yapılır, ben
biliyorum” diyen tek bir teknoloji uzmanı dahi görmüyoruz.
Rusya 1990’larda ve
2000’lerde ortaya çıkan iki ayrı türden elit tarafından idare ediliyor. Her iki
elit da reform yapmaya hala hazır değil. Öyle görünüyor ki bunun temel sebebi,
Rusların çoğunluğunun geçmiş 10-12 yılda bu rant sayesinde refah içinde yaşaması
ve bunun devamını istemesi. Putin karşıtı koalisyon, petrol rantı sağ olsun,
gayet iyi yaşadı ve Putin yanlısı koalisyon da ondan daha da fazla refah
içindeydi. Gelirin dağıtımına halk da dahil oldu ve bu yüzden son yıllarda Rus
halkı, Rus tarihinin herhangi bir dönemindekinden çok daha iyi şartlarda
yaşıyor. Hepsi de reform vaktinin kendi kendine gelmesini bekliyor. İşte bu
yüzden reform meselesi henüz olgunlaşmadı maalesef. Her ne kadar harekete geçme
vakti çoktan gelip geçmiş olsa da hala bir adım atmadan boş boş konuşuyorlar.
Konu olgunlaştığında zaten var olan reform teknolojilerini bulacaklar.
Reformlar daha 2008-2009’da başlamalıydı, paranın bol olduğu ve her şeyin çok
daha etkili bir şekilde yapılabileceği dönemde… Ama hiç kimse adım atmak istemedi,
herkes tatlı hayatı sevdi. Bununla birlikte bu süreçte hayata geçirilen ve son
derece de başarılı olan bir reform var: silahlı kuvvetlerin reformu.
Sıradan insanlar
orduda iki tür reformu ayırt edebilir durumda: Birincisi, savunma bakanlığını
2007-2012 yılları arasında yürüten Anatoly Serdyukov’un reformları, ikincisi
ise 2012’den bugüne savunma bakanlığını sürdüren Sergey Şoygu’nunkiler.
Serdyukov, askeri birlikleri ve harp akademilerini yeniden yapılandırdı ve bu,
orduda bir infial dalgasına yol açtı; Şoygu ise her şeyi rayına oturttu.
Hayır, bunlar aynı
reformun iki farklı aşamasıydı. Serdyukov, işlerinin yaklaşık %10’unda,
özellikle bilimsel ve eğitimsel askeri kurumlarla ilgili mantıksızlıklar yaptı;
ama genel olarak kendisine verilen görevi hızlıca ve kararlı bir şekilde yerine
getirdi. Herkes ona sövüp saydı, başkalarının hatalarından sorumlu tutuldu; ama
orduyu bugünkü durumuna getirme görevinin büyük çoğunluğunu üstlenen bizzat
oydu. Şoygu da çok şeyler yaptı; ama en zorlu reformların kahir ekseriyetini
yapan selefiydi.
Batı niçin Putin’i
tüm kötülüklerin anası olarak görüyor? Acaba iktidardan düşürülürse sihirli bir
şekilde her şeyin değişeceğine mi inanılıyor? Batılı uzmanlar naifliğin de
ötesinde değil mi?
Putin’in
şeytanlaştırılmasının asıl nedeni, Batı’nın devlet başkanının arkasında Rus
halkının çoğunun durduğunu gözlemlemesi. Batılı dostlarımızın Rusya’nın [bir
bütün olarak] kötülüklerin kaynağı olduğunu söylemeleri zor; bu yüzden
bizzat kendileri için kötülüğün müşahhaslaşan bir simgesi olarak Putin’e
ihtiyaçları var. Yani Rusya’ya karşı seferberlik çağrısı yapmaları her şekilde
aptalca olacağından Putin’in yerine bir başkasının geçmesini istediklerini
söylemeleri kulağa bir nebze daha hoş geliyor. “Putin bizzat mültecileri
Avrupa’ya yönlendirdi”, “Kıtada siyasi alanda sağ partilerin yükselişini
organize etti”, “Teröristlerin arkasındaki isim o” benzeri bütün bu sözler,
sadece gazeteciler değil büyük siyasetçiler tarafından da söyleniyor. Bu
elverişli bir pozisyon aslında; zira Avrupa’nın reformları başarısızlıkla
sonuçlandığından bu sözler hem niye başarısız olunduğuna bir açıklama getiriyor
hem ortak düşmana karşı konsolidasyonu sağlıyor hem de konsolidasyon enerjisini
içeriye doğru yönlendiriyor. Sonuç tahmin edilebilir: reform yok, meydan okuma
var.
Acaba büyük güçler,
niye bütün iç meselelerini bir kenara bırakıp da dünyayı birlikte yönetebilmek
için bir rol dağılımı üzerinde uzlaşmıyorlar? İyi polis, kötü polis… İran ve
Kuzey Kore konusunda bu entrikanın uygulamaya geçirildiğini görmüştük hissiyatı
söz konusu…
Böyle bir uzlaşma
ideal olacaktır; ama kilit oyuncular olan Çin, Hindistan ve İran’ın yanı sıra
birkaç ülkeyle daha iş tutmalıyız. Şimdilik bu, Batı için imkansız. Zira Batı,
1990’lardaki gibi tahakkümünü sürdürmeye çalışıyor. Tali taktik anlaşmalar
aramızda mevcut. Ama gelişmeye devam eden derin eğilimler dolayısıyla –ki
bunlar çok büyük ölçüde Avrupa’daki iç krizlerden kaynaklanıyor- genel olarak
biz [AB’yle] bir anlaşmaya, bir mutabakata varamayız. Öte yandan
zannedersem birkaç sene içinde ABD ve Çin’le çok büyük çaplı müzakereler
yürütmeyi başarabiliriz; zira Amerikan toplumu Avrupalılardan daha güçlü ve
ABD’deki kriz pek de derin değil. Her halükarda Avrupa’yla müzakere etmek
zorundayız ve onlardan kopamayız. Çünkü kültürel olarak biz onların bir
parçasıyız, onlar da bizim bir parçamız.
Rusya’nın uçuşa
geçip hız kazanmaya başladığı, ama henüz daha hazır değilken çok erkenden
tekerlekleri yerden havaya kaldırdığını hissediyor musunuz?
Öyle görünüyor. Ama
şunu da belirtmeliyim ki yaklaşık 2010 senesi gibi biz hızlanmayı zaten
durdurduk. Seneden seneye havalanmanın daha da zorlaşacağı belliydi.
Parlak diplomasimiz
ve etkili askeri politikamız sağ olsun, dış politikada işler başarılı
görünüyor. Ama ekonomiyi güçlendiremezsek en muhteşem diplomasi ve en mükemmel
askeri güç dahi sadece taktik kazanımlar sağlar, o kadar. Evet, SSCB’nin çöküş
dönemine kıyasla Rusya’nın durumu bugün çok daha iyi. Dünya çapında sosyalizmi
sürdürmek zorunda değiliz. Birliğe bağlı cumhuriyetleri idare etmemiz veya
Çin’e direnmemiz gerekmiyor. Ve toplumumuz ölüm döşeğindeki komünist ideoloji
için değil, milli vatanperverlik için birleşmek durumunda. İşte bu nedenlerle
oldukça iyi bir konumdayız. Ama zaferi mağlubiyete dönüştürme şeklindeki kötü
Rus geleneğimizle bunu da kaybedebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder