RUSYA'NIN DIŞ POLİTİKASI: TARİHİ ARKA PLAN
Sergey Lavrov (Rusya dışişleri bakanı)
Russia in Global
Affairs, 3.3.2016
Tercüme: Zahide
Tuba Kor
Uluslararası
ilişkiler oldukça zor bir döneme girmiş bulunuyor ve bir kez daha Rusya,
küresel gelişmelerin geleceğini belirleyecek kilit trendlerin kavşak noktasında
kendisini bulmuş durumda.
(...)
Tarihe
dayanmadan doğruluğu ispat edilmiş bir siyaset ortaya koymanın imkansızlığı
artık yerleşik hale gelen bir olgu. (...) 2015’te İkinci Dünya Savaşı zaferinin
70. yıldönümünü kutluyoruz ve 2014’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının
100. yıldönümüydü. 2012 yılı, [Z.T.K. Napolyon Savaşları sırasında Fransız
ordularına Moskova’nın yolunu açan] Borodino Muharebesi’nin 200. ve
Moskova’nın Polonyalı işgalcilerden kurtuluşunun da 400. yıldönümüydü. Bütün bu
olaylara dikkatlice bakarsak, bunların Rusya’nın Avrupa ve dünya tarihindeki
özel rolüne işaret ettiğini net bir şekilde görürüz.
Tarih,
Rusya’nın Avrupa’nın arka bahçesinde kalakaldığı ve siyasi dışlanmışı/aykırı
tipi olduğu şeklindeki yaygın kanaati doğrulamıyor. Hatırlatmak isterim ki
988’de Rusya’nın Hristiyanlığı kabul etmesi –ki şu anda bunun 1025. yılını
idrak ediyoruz– devlet kurumlarını, toplumsal ilişkilerini ve kültürünü
güçlendirdi ve nihayetinde Kiev Ruslarını Avrupa toplumunun tam üyesi haline
getirdi. O dönemdeki hanedan evlilikleri bir ülkenin uluslararası ilişkiler
sistemindeki rolüne dair en önemli ölçüydü. 11. yüzyılda Kiev Büyük Prens
Yaroslav’ın üç kızı Norveç-Danimarka, Macaristan ve Fransa kraliçesi oldu.
Yaroslav’ın kız kardeşi de Polonya kralıyla evlendi ve Alman kralının torunu
oldu.
Birçok
bilimsel çalışma, o dönemde Rusların yüksek kültürünü ve manevi düzeyini –ki o
dönemde Batı Avrupa devletlerininkinden çok daha ileri düzeydeydi– ortaya
koyuyor. Önde gelen birçok Batılı düşünür Rusların Avrupa’nın bir parçası
olduğunu kabul ediyor. (...)
(...)
En
azından son iki yüzyılda Rusyasız ve Rusya’ya karşı Avrupa’yı birleştirmeye
yönelik her girişim, kaçınılmaz bir şekilde çok acı trajedilere yol açtı ve
bunun [olumsuz] sonuçları her defasında ülkemizin kararlı bir
katılımıyla/desteğiyle ancak aşılabildi. Bununla kısmen Napolyon Savaşlarını
kastediyorum – ki bu savaşların sonunda Rusya, uluslararası ilişkiler sistemini
kurtarmış oldu. (...)
(...)
Yine 1815 Viyana Kongresi’yle kurulan
sistem, Rusya’yı Avrupa işlerinden tecrit etme arzusunun akabinde tahrip
olmuştu. İmparator III. Napolyon’un yönetimi sırasında Paris böyle bir fikre
kapılmıştı. Rusya karşıtı bir ittifak kurma girişimindeki Fransız monark,
talihsiz bir satranç ustası olarak, tüm diğer figürleri kurban etmeyi göze
almıştı. Peki nasıl tükendi? 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Rusya yenilgiye
uğratıldı; ancak bunun sonuçları Şansölye Alexander Gorçakov’un izlediği
tutarlı ve ileri görüşlü siyaset sayesinde kısa süre sonra aşılacaktı. III.
Napolyon’a gelince, onun yönetimi Alman esaretiyle son bulacak ve Fransız-Alman
çatışması onlarca yıl Batı Avrupa’nın üzerine bir kabus gibi çökecekti.
Kırım Savaşı’yla alakalı bir başka sahne
de şu: Bilindiği gibi Avusturya İmparatoru, birkaç yıl evvel 1849’da patlak
veren Macar isyanında kendisine yardıma gelen Rusya’ya [Kırım Savaşı’nda] yardımı
reddetti. Dönemin Avusturya Dışişleri Bakanı Felix Schwarzenberg’in meşhur bir
sözü vardır: “Avrupa, Avusturya’nın bu denli nankörlüğünden hayrete düştü.”
Genel olarak Avrupa yanlısı mekanizmaların dengesizliği Birinci Dünya Savaşı’na
yol açacak olaylar zincirini tetikleyecekti.
O dönemden itibaren Rus diplomasisi
çağının ilerisinde gelişmiş fikirler ileri sürdü. İmparator II. Nikolas’ın
inisiyatifiyle düzenlenen 1899 ve 1907 Lahey Barış Konferansları, silahlanma
yarışını kısıtlama ve yıkıcı savaş hazırlıklarını durdurma konusunda ilk
uzlaşma girişimleriydi. Ama pek de fazla kişi bunu bilmez.
Birinci Dünya Savaşı milyonlarca insanın
canını alıp sayısız acılara ve dört imparatorluğun çöküşüne yol açtı. (...)
Gelecek sene Rus Devrimi’nin 100. yıldönümünü idrak edeceğiz. Bugün bu
olayların dengeli ve objektif bir değerlendirmesini yapmamız gerekiyor; hele de
özellikle Batı’da birçoklarının bu tarihi, Rusya’ya karşı daha büyük bir
enformasyon saldırısı için kullanmaya ve 1917 Devrimi’ni tüm Avrupa tarihini perişan
eden barbarca bir devrim olarak sunmaya niyetlendiği bir ortamda… Daha da
kötüsü, onlar Sovyet rejimini Nazizm’le eşdeğer göstermek ve İkinci Dünya
Savaşı’nın başlamasından dolayı kısmen Sovyetleri suçlamak istiyorlar.
Şüphesiz 1917 Devrimi ve ardından
yaşanan İç Savaş ulusumuz için korkunç bir trajediydi. Ancak diğer tüm
devrimler de trajiktir. (...)
Yine şüphe yok ki Rus Devrimi dünya
tarihini tartışmalı bir şekilde etkileyen önemli bir olaydı. Daha sonraları
Avrupa’nın dört bir yanına yayılacak sosyalist ideallerin uygulanmasında bir
nevi deney işlevi gördü. (...)
Ciddi araştırmacılar, İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından Batı Avrupa’da sözde refah devletinin tesisinde SSCB’deki
reformların etkisine açıkça işaret ediyorlar. (...)
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen
40 yılın Batı Avrupa için sürpriz güzel günler olduğu söylenebilir. (...)
(...)
Sömürgelerin bağımsızlığa kavuşma
sürecinde SSCB de rol oynadı. Moskova’nın ulusların bağımsızca kalkınması ve
kendi kaderini tayin hakkı gibi uluslararası ilişkiler prensiplerini
desteklediği de inkar edilemez.
Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’na
sürüklenişiyle ilgili meselelere odaklanmayacağım. Aşikar ki Avrupa elitleri
arasında Rus karşıtı niyetler/hesaplar ve Hitler’in savaş aygıtını SSCB’nin
üzerine salma arzusu bu noktada hayati bir rol oynadı. Bu korkunç felaketin
ardından durumu düzeltmek, Avrupa ve dünya düzeninin parametrelerini
belirlemede ülkemizin kilit bir ortak oynamasını gerektirdi.
Bu bağlamda hâlihazırda Avrupa’nın
zihninde yer etmiş “iki totoliterizmin çatışması” kavramı hem temelsiz hem de
gayriahlaki. SSCB tüm kötülüklerine rağmen bütün milletleri yok etmeyi hiçbir
zaman hedeflemedi. (...)
Bir zamanların Varşova Paktı üyesi ve
bugünün AB veya NATO üyesi olan Avrupa’nın küçük ülkelerine tarafsız bir
şekilde bakarsanız eğer şunu görürsünüz: Mesele, –Batılı fikir babalarının
söylediği gibi– [Sovyet] baskı[sın]dan özgürlüğe kavuşma falan
değil, –Putin’in de kısa süre evvel işaret ettiği gibi– liderlik değişimidir [Z.T.K.
yani iktidarların Sovyetlere yakın elitlerden Batı’ya yakın elitlere geçişidir,
yoksa bu ülkelerin bağımsızca hareket edebilmeleri değil]. Nitekim bu
ülkelerin temsilcileri kapalı kapılar ardında, Washington veya Brüksel yeşil
ışık yakmadan önemli herhangi bir karar alamadıklarını itiraf ediyorlar.
Rus Devrimi’nin 100. yıldönümü
bağlamında, –modern dünyanın öncü bir merkezi ve sürdürülebilir kalkınma,
güvenlik ve istikrar değerlerinin bir garantörü olarak– ülkemizin hak ettiği
doğru rolü idame ettirmenin ve dinamik bir ilerleme kaydetmenin temeli olarak,
tüm Rus tarihinin sürekliliğini ve tüm olumlu geleneklerle tarihi tecrübeyi
sentezlemenin önemini idrak etmek bizim için ehemmiyet arz ediyor.
(...) SSCB’nin dağılmasının Soğuk
Savaş’ın Batı’nın zaferiyle sona ermesine bir işaret olduğuna dair yaygın
kanaat temelsizdir; zira bu, bizim kendi halkımızın değişim iradesinin ve bazı
talihsiz olaylar zincirinin bir sonucudur.
(...)
Avrupa’nın bölünmüşlüğünü onarmak ve
ortak bir Avrupa hayalini hayata geçirmek için pratik bir fırsat önümüzde
duruyordu (...). Rusya bu seçeneğe tamamen açıktı ve bu bağlamda birçok
önerilerde bulunup inisiyatifler almıştı. AGİT’i güçlendirerek Avrupa güvenliği
için yeni bir temel inşa etmeliydik. (...)
Maalesef ki Batılı ortaklarımız farklı
bir tercihte bulundu. NATO’yu doğuya doğru genişletmeyi ve kontrol ettikleri
jeopolitik alanı Rusya sınırına doğru ilerletmeyi seçtiler. Bu, Rusya’nın ABD
ve AB ile ilişkilerini zehirleyen sistematik problemlerin özüdür. SSCB’yi
çevreleme siyasetinin mimarı olan George Kennan’ın [hayatının] son
dönemlerinde NATO’nun genişlemesini onaylamanın “trajik bir hata” olduğunu
söylemesi dikkat çekicidir.
Sözkonusu Batı politikasının temel
problemi küresel bağlamı göz ardı etmesidir. Mevcut küresel dünya, ülkeler
arasında daha evvel görülmemiş karşılıklı bağımlılıklara dayanıyor ve bu yüzden
Rusya ile AB arasında –Soğuk Savaş döneminde olduğu üzere– hala küresel
siyasetin merkezindeymiş gibi ilişkiler geliştirmek imkansız. Nitekim Asya
Pasifik, Ortadoğu ve Afrika ve Latin Amerika’da gelişen güçlü süreçleri de
dikkate almalıyız.
Uluslararası hayatın her alanındaki
hızlı değişimler bu sürecin temel göstergesidir. Beklenmedik dönemeçlerden
geçiliyor. Bu yüzden Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi bugün için anlamsızdır.
(...)
İkinci küreselleşme dalgası, küresel
iktisadi gücün ve böylece siyasi nüfuzun dağılmasına ve bilhassa
Asya-Pasifik’te yeni ve büyük güç merkezlerinin doğuşuna yol açtı. (...)
(...) 21. yüzyılda dünya düzenini
şekillendirme rekabeti sertleşti. Soğuk Savaş’tan yeni bir uluslararası sisteme
doğru geçişin, 20-25 yıl evvel zannedilenin aksine, çok daha uzun ve çok daha
sancılı geçeceği artık kanıtlandı.
Bu ortamda uluslararası ilişkilerin
temel meselelerinden biri, dünyanın büyük güçleri arasındaki doğal rekabetin
alacağı şekildir. ABD ve öncülüğündeki Batı ittifakı, elindeki her türlü metodu
kullanarak hakim konumunu, Amerikan deyimiyle “küresel liderliğini” korumaya
çalışıyor. Bunun için ekonomik yaptırımlardan doğrudan askerî müdahaleye kadar
çok farklı baskı araçları kullanıyor. Büyük çaplı enformasyon savaşı yürütüyor.
“Renkli” devrimler yoluyla gayrimeşru hükümet değiştirme teknolojisi deneniyor.
Ülkeler için yıkıcı görünen demokratik devrimler de bunun bir parçası.
Dışarıdan sun’i dönüşümlerin teşvik edildiği tarihî dönemlerden geçen benim
ülkem, [devrimsel değil] bir toplumun geleneklerine ve kalkınma düzeyine
uygun tarzda ve hızda gerçekleşecek evrimsel değişimleri tercih ediyor.
Batı propagandası Rusya’yı
“revizyonizm”le suçlamaya alışık, sanki uluslararası hukuka aykırı bir şekilde
1999’da Yugoslavya’yı bombalayan, 2003’te Irak’ı işgal eden ve 2011’de Libya’da
kuvvet kullanarak Kaddafi’yi deviren bizmişiz gibi. Bunun gibi birçok örnek
var.
Bu “revizyonizm” söyleminin tutarlı bir
tarafı yok. (...) Gelinen noktada uluslararası ilişkiler tek bir merkezden
kontrol edilemeyecek kadar karmaşık. Libya ve Irak’a yönelik Amerikan
müdahalelerinin sonuçları bunu açıkça ortaya koyuyor.
Modern dünyanın problemlerine güvenilir
bir çözüm, ancak ve ancak büyük güçler arasında ciddi ve dürüst bir
işbirliğiyle gerçekleşebilir. (...)
Bu değerlerin pratik olarak hayata
geçirildiği İran’ın nükleer programı, Suriye’nin kimyasal silahlarının yok
edilmesi, Suriye’de ateşkes anlaşması ve küresel iklim değişikliği anlaşmasında
bunu bizzat tecrübe ettik. Bu, ne kadar zor ve tüketici olursa olsun, uzlaşma
kültürünü yeniden ihya etmenin ve diplomatik çabalara odaklanmanın zaruretini
gösteriyor. (...)
Bizim yaklaşımımız Çin, BRICS ve Şanghay
İşbirliği Örgütü, Avrasya Ekonomik Birliği, Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü
ve Bağımsız Devlet Topluluğu üyeleri de dahil dünya ülkelerinin ekseriyetince
paylaşılıyor. (...)
En önemli görevimiz, en acili
teröristlerin saldırıları olmak üzere son derece gerçek meydan okumalara karşı
güç birliği yapmak. IŞİD, Nusra ve benzeri radikal gruplar ilk defa Suriye ve
Irak’ta genişçe bir alanı kontrolleri altına almayı başardı. Nüfuzlarını diğer
ülke ve bölgelere yaymaya çalışıyorlar ve dünyanın birçok yerinde terör
saldırıları düzenliyorlar. Bu riski küçümsemek kriminal bir dar görüşlülükten
başka bir şey olmaz.
Rus Devlet Başkanı, teröristleri askeri
açıdan mağlup etmek için geniş bir cephe kurma çağrısı yapıyor. Rus Hava
Kuvvetleri buna önemli bir katkı sağlıyor. Aynı zamanda kriz içindeki bölgede
çatışmaların siyasi çözümünde ortak hareket etmek için çok çalışıyoruz.
Asıl önemlisi, uzun vadeli başarı, ancak
farklı kültürler ve dinler arasında saygılı bir etkileşime dayalı
medeniyetlerin ortaklığı temelinde hareket edildiği takdirde gerçekleşebilir.
Bu bağlamda Patrik Kirill ile Papa Francis’in (...) ortak açıklamasına
dikkatinizi çekmek istiyorum.
Tekrar ediyorum, biz ABD veya AB veya
NATO’yla karşı karşıya gelme arayışında değiliz. Aksine, Rusya Batılı
ortaklarla mümkün olan en geniş işbirliğine açık. Avrupa’daki halkların
çıkarlarına en iyi hizmet edecek şeyin Atlantik’ten Pasifik’e ortak bir
iktisadi ve insani alan oluşturmak olduğu inancındayız, ki böylece yeni kurulan
Avrasya Ekonomik Birliği, Avrupa ile Asya Pasifik arasında bütünleştirici bir
bağ olabilsin. Bu yoldaki engelleri aşmak için –Şubat 2014’te Kiev’deki
darbenin yol açtığı– Ukrayna Krizi’ni Minsk Anlaşması temelinde çözmek için
elimizden geleni yapmaya hazırız.
Âkil ve siyaseten tecrübeli isimlerden
Henry Kissinger’ın yakın bir zamanda Moskova’daki konuşmasından bir alıntı
yapmak istiyorum: “Rusya, ABD’ye yönelik bir tehdit olarak değil, herhangi bir
yeni küresel dengenin vazgeçilmez unsuru olarak algılanmalı... Çatışmalarımızı
ele almak için değil, geleceğimizi/kaderimizi birleştirme arayışıyla bir diyalog
imkanı olduğunu savunmak için buradayım. Bu da her iki tarafın, birbirinin
hayati değerlerine ve çıkarlarına saygı göstermesini gerektiriyor.” [Rusya
olarak] Biz de böyle bir yaklaşımı paylaşıyoruz. Ve uluslararası
ilişkilerde hukuk ve adalet prensiplerini savunmaya da devam edeceğiz.
(...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder