Z. Tuba Kor, Anlayış Dergisi, Sayı 62, Temmuz 2008, sf. 66-68.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
NOT: Her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
UZUN bir aradan sonra Ortadoğu barış süreci gerek Filistin-İsrail gerekse Suriye-İsrail arasında yeniden başladı. Bu sürecin barışla mı yoksa yeni bir çatışma dalgasıyla mı sonuçlanacağı henüz meçhul. Ancak tarafların masaya oturması dahi başlı başına önemli. Peki, İsrail yönetimlerini Arap düşmanları ile barış masasına oturtan temel saikler nelerdir? İsrail açısından barış ne zaman ve hangi şartlar altında mümkün olur? Bu sorulara, son 30 yılda yaşanan barış süreçlerine atıflarda bulunarak vereceğimiz cevap, mevcut girişimlerin akıbetine de ışık tutacaktır.
İsrail’in Arap devletleriyle ilk barışı, dört savaşın ardından 1979’da Mısır’la gerçekleşti. Dönemin iktidar partisi, 1977’de ilk kez İşçi Partisi’ni yenen sağcı Likud idi. Likud’u barış sürecine iten ve 1967’de işgal edilen Sina’nın stratejik derinliğinden, petrol alanlarından, askerî tesislerinden, en önemlisi ise “vaat edilmiş topraklar”ın bir kısmından vazgeçmeye ikna eden, hiç kuşkusuz Arap milliyetçiliğinin ve İsrail karşıtılığının lokomotifi olan Mısır’ı kendi tarafına çekerek savaş seçeneğini ortadan kaldırma kaygısıydı. Üstelik Mısır ile barış domino etkisiyle yeni barışların önünü açabilirdi. Gerçekten de 1982’de Sina’yı terk eden İsrail, düzenli Arap ordularıyla aynı anda birkaç cephede savaşmaktan kurtuldu; bunun yerine Filistin’de ve Lübnan’da gerilla mücadelesi veren direniş örgütleri sivrildi.
İsrail’in Araplarla ikinci ve çok daha kapsamlı barış süreci, uluslararası ve bölgesel dengelerin altüst olduğu bir dönemde, Ekim 1991’de Madrid Konferansı ile başladı. İsrail’i masaya oturtan sebeplerden bazıları şunlardı: Öncelikle, İsrail’in karşısında pazarlık gücü yüksek ortak bir Arap cephesi yoktu; zira Araplar hem SSCB’nin çökmesiyle maddi ve teknik destekten mahrum kalmışlardı hem de Körfez Savaşı yüzünden kendi içlerinde bölünmüşlerdi. Dahası, İsrail için asıl stratejik tehdit İran ile Irak’tı ve bunlardan ikincisi Körfez Savaşı ile birlikte büyük oranda bertaraf edilmişti. En önemlisi ise, İsraillilerin işgalin olumsuz etkilerini ilk kez enselerinde hissetmelerine neden olan ve güvenlik anlayışını derinden sarsan, Aralık 1987’de patlak veren İntifada’nın bir türlü sona erdirilememesiydi. İntifada artık Filistin ulusal kimliğinin reddedilemeyeceğini ve çözümün askerî değil siyasi olması gerektiğini gösterdi. Yeni Dünya Düzeni sloganıyla bölgeye şekil vermeye kararlı olan ABD’nin Körfez Savaşı’nın ardından barış için arttırdığı baskılar da cabasıydı.
İsrail’i masaya çeken bu sebepler, gerek çok taraflı müzakerelerde gerekse Filistin ve Suriye ile ikili müzakerelerde barış getirmedi ve Eylül 2000’de patlak veren Aksa İntifadası’yla yeni bir şiddet dalgası başladı. Zaten güvenliği adil ve kalıcı barıştan çok daha önemli addeden İsrail’in, bedelin ağır olacağı bir barışa yanaşmaya niyeti yoktu. 10 yıllık süreçte görev yapan dört başbakandan ikisi, “barış için barış” söylemiyle herhangi bir toprak tavizine yanaşmadı. 1993’te Oslo Anlaşması’nın altına kerhen imza atarak FKÖ’yü ve özerklik planını tanıyan İzak Rabin ise, bu “ihanet”inin bedelini canıyla ödedi. Bu dönemin tek somut neticesi olan 1994 Ürdün-İsrail barışı ise, aslında uzun yıllardır kapalı kapılar ardında yürütülen ilişkilerin, konjonktürün de uygun olmasıyla artık resmiyete dökülmesinden ibaretti. İsrail, böylece bölgede kendisiyle iş tutacak bir ortak kazanmıştı; üstelik Batı Şeria üzerindeki tüm iddialarından vazgeçen Ürdün’e ciddi bir toprak tavizi de vermemişti.
Bu noktada İsrail’in Arap ülkeleriyle barış pazarlığının temeli olan toprak konusunu daha ayrıntılı değerlendirmek gerekir. Zira Yahudi zihninde toprak, dinî-tarihî bir anlama sahiptir ve kurtuluşun anahtarı olarak görülür. “Tanrı’nın kendilerine vaat ettiği” kutsal toprakların herhangi bir parçasından geri çekilme, dindar kamuoyunda infiale neden olmaktadır. Bu bağlamda Sina’nın Mısır’a iadesi “Tanrı tarafından cezalandırılmayı hak eden ulusal bir günah”, 1993’te başlayan Oslo süreci ise “ulusal bir aşağılanma”, “Büyük İsrail’in yeniden kuruluşunu ve Mesih’in gelişini geciktirici bir adım” olarak algılandı. Gazze’den çekilme kararını verdiği için ihanetle suçlanan Başbakan Ariel Şaron’un 4-5 ay sonra beyin kanamasının ardından komaya girmesi “Tanrı’nın gazabı” olarak değerlendirildi.
Ancak son dönemde İsrail’de, bazı hasidik gruplar dışında, iki devletli çözüm fikri genel kabul görmeye başladı. Tartışma, İsrail’in kendi çıkarları doğrultusunda atacağı tek taraflı adımlarla mı, yoksa Filistin tarafıyla diyalog ve müzakereler yoluyla varılacak bir anlaşma doğrultusunda mı Filistin devletinin vücut bulacağında kilitleniyor. 2000’de Lübnan’dan, 2005’te ise Gazze’den tek taraflı bir kararla geri çekilen İsrail’de bu seçeneğin taraftarları, 2006’da önce Hamas’ın tek başına iktidar olması ardından da Lübnan Savaşı ile giderek azaldı. İşte bu sebeple Mart 2006’daki seçimlerin arifesinde, Batı Şeria’dan tek taraflı çekilerek kalıcı sınırları belirleme vaadini Başbakan Ehud Olmert yerine getirmedi ve Hamas korkusu karşısında el-Fetih ile Aralık 2007 itibarıyla barış masasına oturdu.
İsrail’in milli güvenlik stratejisine de yansıyan bu büyük değişimin nedenine gelince, bölgesel tehdit algılamasının, klasik savaşlardan kitle imha silahlarına, balistik füze tehdidine, terörizme ve gerilla savaşına evirildiği bir dönemde, daha önce İsrail’e stratejik derinlik sağlayan 1967’de işgal edilen topraklar eski önemini kaybetti. Artık temel kaygı, İsrail’in Yahudi karakterinin korunmasıyla bağlantılı; bu da toprak tavizinin önünü açıyor. Bugün %40’a varan Filistinli nüfusu karşısında İsrail, işgali sürdürmesi durumunda “demokratik bir Yahudi devleti” olma özelliğini kaybedeceğinden endişeleniyor. Hiç şüphesiz bu değişiklikte, intihar eylemleri ve Kassam füzeleriyle İsrail’in kendi evinde vurulduğu ikinci İntifada etkili oldu. Can güvenliği endişesi İntifada’nın ekonomik maliyeti ile de birleşince, ülkeye hayat veren Yahudi göçü durdu, hatta tersine göç yaşandı.
Kasım 2007’deki Annapolis Konferansı ile başlayan son barış sürecine gelince, aslında bugünkü konjonktür 1991’dekiyle aşağı yukarı örtüşüyor. Yine bir Irak Savaşı ertesinde ABD baskısı (ancak bu sefer yenik ve bölge politikaları iflas etmiş durumda), yine şiddet ve terör politikasıyla bastırılamayan Filistin direnişi, yine yükselişte olan Hamas faktörü karşısında el-Fetih’ten medet umma… Ve bu kez Arap ülkelerinin çoğu, 2002 Suudi Barış Planı doğrultusunda İsrail ile barışmaya hazır. En önemli farklılık ise, İsrail yönetiminin ilk defa elinin güçsüz olduğu bir dönemde masaya oturmak zorunda kalması. İsrailliler henüz 2006’da Hizbullah karşısında aldıkları yenilginin şokunu atlatabilmiş değil. Bunun hesabını verememiş Olmert, barış masasına oturarak hem bu yenilgiyi unutturmaya hem de kamuoyunun dikkatini hakkındaki rüşvet ve yolsuzluk soruşturmalarından uzaklaştırmaya çalışıyor; yine de Kadima Partisi’nin 25 Eylül’de yapacağı liderlik oylamasında koltuğunu kaybedeceği apaçık ortada. Bununla birlikte İsrail’in barış masasındaki muhatapları da güçlü değil; onlar da barış “mucizesi”yle sallantıda olan koltuklarını koruma derdinde.
Yedi aydır devam eden Filistin-İsrail görüşmelerinden ciddi bir sonuç çıkmadı, çıkması da zor görünüyor. Zira İsrail, Batı Şeria’nın yaklaşık yarısı ile Doğu Kudüs’ün çoğunu elden çıkarma niyetinde değil; masaya koyduğu teklif, askerî kontrol noktaları ve geniş yerleşim birimleriyle kuşatılmış mini kantonlardan ibaret. Filistin ile barıştan daha kolay, maliyeti daha düşük, getirisi daha fazla olacak Suriye ile barış ise daha mümkün görünüyor. Çatışmalarda füzelerin konuştuğu bir dönemde eski stratejik değerini kaybeden Golan’ı Suriye’ye iade karşılığında İsrail’in eli, gerek direniş örgütleri gerekse İran ile Filistin karşısında güçlenecektir. Üstelik Suriye ile muhtemel barış, Lübnan ile barışın da önünü açacak ve böylece İsrail tüm komşularıyla barışarak bölgedeki meşruiyetini artıracaktır.
Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, İsrail’in bugüne kadar yaptığı barışlar aslında ilişkilerde kapsamlı bir normalleşmeyi getirmedi. Zira kalıcı ve kapsamlı bir barış, sadece yönetici elitler düzeyinde sağlanamaz; bunun tabana inmesi gerekir. Bunun için de önce samimiyet, ardından dinî inançlar ve tarihî tecrübelerle şekillenen karşılıklı olumsuz algılamaların değişmesi ve toplumları birbirleriyle kaynaştıracak adımların atılması gerekir. İsrail’in işgal ve şiddet politikalarını sürdürdüğü bir ortamda bunun gerçekleşebilmesi ise mümkün değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder